“HİKÂYE ÖNCE GELİR”
1917 filmi dedenizin anılarına ve İmparatorluk Savaş Müzesi’nde yaptığınız araştırmalara dayanıyor.
SAM MENDES, FİLMLERİNİN YANI SIRA KLASİK TİYATRO ESERLERİNE GETİRDİĞİ YENİLİKÇİ YAKLAŞIMLARLA DA TANINAN BİR FİLM VE TİYATRO YÖNETMENİ, YAPIMCI VE SENARİST. EN ÜNLÜ YAPITLARI AMERİKAN GÜZELİ (1999) VE JAMES BOND FİLMLERİ. SON FİLMİ 1917 İLE 77’NCİ ALTIN KÜRE ÖDÜLLERİ’NDE EN İYİ YÖNETMEN VE EN İYİ FİLM ÖDÜLLERİNİ KAZANDI.
Birkaç ay önce bir festivalde Francis Coppola’yı dinledim. Öğrenciler sinemanın geleceğine dair düşüncelerini sorup ısrar ettiğinde farklı yerlerde çekim ekiplerinin olduğu bir stadyum fikrinden bahsetti. Bu stadyumda oyuncular bir setten diğerine geçiyor ve film canlı sahneleniyor. Sizin sinemayı tiyatroya dönüştürmek gibi bir hedefiniz var mı? Francis’e her zaman şapka çıkarıyoruz çünkü hiç yerinde saymıyor. Kendisi her zaman öncü oldu. Francis, Spielberg ve Scorsese gibi büyük yönetmenlere baktığınızda hepsinde bu hareketliliği görüyorsunuz. Hepsi bir şeyleri farklı şekilde görme ve yapma isteği duyarak yeni formlar ve yöntemler geliştiriyor. Canlı filmler konusuna gelirsek, bana kalırsa bunun tiyatrodan farkı yok. Tiyatroda da oyuncular iki buçuk saat boyunca, hiç kimse “kestik” demeden oynayabiliyor ve gerçek hayatta bunu görebiliyorsunuz. Bunun son 10 yılda canlı performansların beyaz perdede gösterilmesiyle geliştiğini düşünüyorum. Bu muhteşem gelişme belki sinema kadar konuşulmuyor ama ne zaman bu performansları izlemeye gitsem salonlar dolu oluyor. Ortaya çok güzel eserler çıkıyor. İki üç oyunda ben de bunu yaptım, oldukça eğlenceli bir süreçti. Kısacası 1917’yi yaparken sahip olduğum tüm tiyatro deneyimimden yararlandım.
Daha deneysel işlerin de bir geleceği olduğunu düşünüyor musunuz?
Benim mesleğimde, bir tiyatro yönetmeninin şunu söylemesi olağan dışı sayılmaz: “Tamam, sekiz hafta boyunca hazırlandınız. Bu ilk ön izleme. İki buçuk saat sonra görüşürüz.” Benim görevim, onlara bu işin üstesinden gelebilmeleri için gereken özgüveni vermek ve bunun benim değil kendilerinin eseri olduğunu hissettirmek. Filmi çekerken de aynı şeyi yaptım. Oyuncularıma bu işin onların eseri olduğunu ve bu yüzden her şeye katlanmak zorunda olduklarını söyledim. Onları zorlayabilir, övgüler yağdırabilir ve teknik detayları hatırlatabilirdim. Ancak benim işim, onları rolü canlandırmak yerine yaşamaya teşvik etmek. Tiyatroda da bir bakıma aynı şeyi yapıyoruz. Kısacası tiyatroda kullandığımız tüm araçları sinemada da kullanıyorum. Kurguya başvurmadan ritim hissi yaratıyor ve hızdan yararlanıyorum. Hep aynı hızda gitmeden ya da aksiyona balıklama dalmadan “Seyirciler ne kadarına dayanabilir?” ya da “Gecenin akışını nasıl yansıtabilirim?” diye düşünüyorum. Tüm bunlar tiyatroda geliştirdiğim becerilerdi. Ancak aynı zamanda çok sinematik bir deneyimdi.
Dedem Mendes, Portekiz asıllı bir Trinidadlıydı. Dedesinin babası, XIX. yüzyılda Trinidad’a göç etmiş, kendisi de 1910 yılında, 11 yaşındayken okumak için İngiltere’ye gönderilmiş. Okul arkadaşlarının hepsi savaşa gittiği için o da gönüllü olarak orduya yazılmış. 1,62 boyunda, ufak tefek bir adamdı. Savaştan sonra romanlar yazdı. Oldukça teatral ve karizmatik biriydi, aynı zamanda harika bir hikâye anlatıcısıydı. Ancak nedense I. Dünya Savaşı’ndaki anılarını kendi çocuklarına hiç anlatmamış. Onun yerine torunlarına anlatmaya karar vermiş. Bize sık sık mesaj iletmek için görevlendirildiğini anlatırdı. Hızlı bir adamdı ayrıca. Kış aylarında Tarafsız Bölge’de sis 1,82 m civarında oluyormuş. Dedem de 1,62 boyunda olduğu için sisten görünmüyormuş, bu nedenle onu gönderiyorlarmış. İnanılmaz bir olay. Bu görevle bir de madalya kazanmış. Anlattığı hikâyeler aslında kendi kahramanlıklarıyla ilgili değildi. Hep şansının nasıl yaver gittiğini ve bu sayede nasıl hayatta kaldığını anlatırdı. Sık sık
ellerini yıkardı. Babama dedemin niçin ellerini yıkayıp durduğunu sormuştum. Babam da “Sürekli siperlerdeki çamuru hatırlıyor, kendini hiçbir zaman temiz hissetmiyor.” demişti. Sanırım bu, beni kelimelerle ifade edemeyeceğim bir şekilde etkiledi.
Filmdeki hangi hikâyeler dedenizin başından geçen olayları anlatıyordu?
Filmdeki hikâye tamamen dedemin hikâyesi değildi. İmparatorluk Savaş Müzesi’nde ve başka yerlerde yaptığım araştırmalarda öğrendiğim hikâyelerden de parçalar vardı. Gösteriş yapmak için söylemiyorum ancak Sartre’ın çok sevdiğim bir sözü var: “Bir insanın eseri, kalbi ilk kez açıldığında karşısına çıkan iki üç büyük ve yalın görüntüdeki sanatın yollarını tekrar keşfetmek için yapılan yavaş bir yolculuktan ibaret.” Dedem kalbimin kapılarını açan bu hikâyeleri bana anlattığında sanırım 11-12 yaşında bir çocuktum.
Dedenizin anlattığı hikâyelerle büyüdünüz. Niçin şimdi, hayatınızın bu aşamasında bu konuya eğilmeyi tercih ettiniz?
Başkaları için fedakârlık yapmanın anlamını kaybettiği bir dönemde yaşıyoruz. Tamamen kendine odaklanan bir kültürün içindeyiz. Bu filmde kendilerinden büyük
bir şey için her şeyi feda eden bir nesil görüyoruz. Bu insanlar, çocuklarının ve torunlarının özgür bir dünyada yaşamasına katkıda bulunduklarını düşünerek fedakârlıklar yaptılar. Kulağa çok idealist bir düşünceymiş gibi geliyor ancak hikâye anlatırken idealist olmaktan başka ne yapabilirsiniz? Savaş hikâyelerinde insanların sınırlarının sonuna kadar zorlandığını görürüz. İnsan olmanın gerçek anlamını görebildiğiniz durumlar çok nadirdir. Bu filmde karakterlerin yaşayanlar ile ölüler arasındaki o incecik çizgide yürüdüklerini düşünüyorum. Sevgi, arkadaşlık, eve dönmek, bir eve sahip olmak ve bir şey uğruna savaşmak gibi evrensel temaların bulunduğu bir hikâye anlatmak istedim. Kuru, tarihî bir dönem filmi yapmak istemedim.
Çekimlere başladığınızda filmin gerçek zamanlı ve tek plan olarak çekilmesini istediniz. Bunun sebebi neydi?
İnsanların kendilerini bu çocuklarla birlikte yürüyormuş, onlarla birlikte nefes alıyormuş ve her adımı birlikte atıyormuş gibi hissetmelerini istedim. Aslında duygusal bir seçimdi. Onlarla bağ kurmak istedim. Bu hikâyeyi iki saatlik gerçek zamanlı bir filmle anlatma fikri aklıma geldiğinde tek plan olarak çekilmesi gerektiğini hissettim. İnsanlar çoğu zaman tamamen editoryal kararlar vererek hata yapıyorlar. Her kurguda, her sahne geçişinde karakterlerle aranıza biraz daha mesafe giriyor. Karakterler ile yaşadıkları şeyler arasındaki mesafenin mümkün olduğunca az olmasını istedim. Biçim ile içeriğin her zaman uyumlu olması beklenir; bu nedenle hikâyeyi böyle anlatmak doğru göründü. Ancak bunu nasıl yapacağımızı bulmamız gerekiyordu, bu da çok daha zorluydu.
Aslında bir dekatlona hazırlandınız. Koşu, atlama, yüzme... Filmde böyle değişken olan pek çok sekans var. Örneğin büyük koşu sekansı ne kadar spontane gelişti? Oyuncular başka bir sahnede de çamurda debelenip duruyordu.
Bahsettiğiniz iki sahnenin güzel tesadüflerin yaşanabileceği en ideal sahneler olduğunu düşünüyorum. Tüm yolculuk için bir harita çiziyorsunuz, ardından güzel tesadüflerin, spontane olayların ve anların yaşanmasını umuyorsunuz. George Mackay’nin nehirde yaptıklarının çoğu rol değildi. Yalnızca batmamaya çalışıyordu. Korkutucu ve soğuk bir ortamdı. George Mackay cesurca hareket etti. Filmde yapmadığı tek şey merdivenlerden düşüp kafasını yarmaktı ama isteseydim eminim onu da yapardı. Filmin sonunda yere serildiği o koşuda hemen kalkamayacağını, ambulansı aramamız gerekeceğini düşündüm. Orada aslında gerçekten canı yandı ama o kadar odaklanmış, role girmiş ve gözünü hedefine dikmişti ki yoluna devam etti. Bir neslin yok olduğu, insanların üç dört sene boyunca çamurda yaşadığı ve hayatta kalmış olsalar bile izlerini taşıdığı bir savaşı konu alan film çekerken bambaşka bir ruh hâline bürünüyorsunuz. Filmde insanlar evlerine dönmek istiyor. Arkadaşlara ve silah arkadaşlarına duyulan sevgiyi görüyorsunuz. Filmi çekerken de hiçbir şeyden şikâyet edemiyorsunuz çünkü çamurda üç yıl geçiren insanlar varken üç hafta nedir ki?
Filmin senaryosunu da siz yazdınız.
Film bu açıdan benim için oldukça önemliydi. Her şeyden önce, yazdığım ilk filmdi. Yalnızca yönetmenlik yaptığım zamanlarla karşılaştırırsam senarist olduğunuzda daha hassas olduğunuzu söyleyebilirim. Filmin senaryosunu yolladıktan sonra her 10 dakikada bir e-postalarımı kontrol ettim. Okudular mı? Sevdiler mi? Cevap verdiler mi? Ne düşünüyorlar? Senaryoyu siz yazdığınızda iş çok daha kişisel bir hâl alıyor ve daha kırılgan oluyorsunuz.
Film sektöründe yönetmen olarak başarıya ulaşmak isteyenlere ne tavsiye edersiniz?
Anlatacak bir hikâyeniz olmalı. Basit göründüğünün farkındayım ama söyleyecek bir şeyleriniz olmalı. Ben küçükken pek çok yönetmen vardı ama hikâyeyi iyi anlatabilen fazla kişi yoktu. Benim için hikâye önce gelir. Önce hikâyenizi belirlemelisiniz, ardından biçiminizi içeriğe uygun bir hâle getirmelisiniz.