N DÜZENLEDİĞİ 12. RİSALE-İ NUR KONGRESİ BİN KİŞİNİN KATILIMIYLA GERÇEKLEŞTİ.
sahip bir hanedan bir meşveret heyeti kurmak istiyor. En önemli kararların o heyette serbestçe tartışarak, müzakere ederek ve oylanarak alınmasına önem veriyor. Ancak orada karar alındıktan sonra kendisi ferman ediyor. Bu bize Osmanlı hanedanını bile yeni meşruiyet gerekçeleri bulmak ihtiyacı hissettiğini gösteriyor” şeklinde konuştu. Akyol şöyle devam etti; “Tanzimat hükümdarlarından Sultan Abdülaziz, 6 Mart 1868 gününde Şura-yı Devlet’i (Danıştay’ı) ziyaret ettiğinde şöyle diyor: En çok gerekli bulunan ıslahattan biri hukuk işlerinin, umur-u adliye diyor kendisi, mülkî idari işlerden ve yürütme işleviyle görevli hükümetten ayrılmasıdır. Yargının, yasama ve yürütme erklerinin birbirinden ayrılmasını gerekli görüyor. Bunlar daha önceki hükümdarlar zamanında görmediğimiz gelişmeler.”
Namık Kemal’den de örnekler veren Akyol, “Namık Kemal 1868 yılında aynen şunu yazıyor: Eğer teşvi, yani yasama ve tenhis, yani yürütme hususlarından ikisi de hükümete tevdi olunursa onlar kendi heveslerini hakka tercih edeceklerinden istedikleri gibi zalimane kanunlar yaparlar ve onu istedikleri gibi zalimane icra ederler. Yıl 1868. Namık Kemal İbret gazetesinde yazıyor. Ve yazının devamında bu kuvvetlerin ayrılmasını savunuyor. Adalet ihtiyacı, hukuk ihtiyacı ta nerelerden kaynaklanıyor. Ve hepimize büyük heyecan veren Osmanlı devleti nasıl yozlaşmış, nasıl adaleti kaybetmiş, nasıl adaleti kaybetmiş ki 1800’lü yıllardan itibaren adalet ihtiyacı kuvvetler ayrılığı fikriyle ortaya çıkmış” değerlendirmesinde bulundu.
Akyol, “Abdülhamit, 1876, Meclis-i Mebusan’ın açılış nutkunu okuyor. Cemiyetimizi oluşturan muhtelif kavimlerin medeni toplumlara layık olan hak ve menfaatlerine sahip olmasının yolu cümlesinin hürriyet, adalet ve müsavat nimetlerini istisnasız faydalanmasıdır. Dikkatinizi çekerim, artık “reaya” kavramı kullanılmıyor, artık fıkıhtaki “zımmi” kavramı kullanılmıyor. Gayrimüslimlerin de, ki Bediüzzaman’ın kitaplarında da gayrimüslimlerin niye memuriyete alındığı, çünkü eşit vatandaş oldukları çok anlatılır. Sultan Abdülhamit de gayrimüslimleri ifade ederek herkesin hürriyet, adalet ve müsavattan eşit yararlanması halinde birliğin sağlanabileceğini söylüyor” diye konuştu.
Akyol, “Rahmetli hocam Ali Fuat Başgil’in Teşkilat-ı Esasi adlı hukuk kitabından bir cümle okuyacağım size. “Kuvvetler ayrılığı bakımından Osmanlı Kanun-i Esasi’si yürütme, yasama ve yargı yetkilerinin ayrılması ve her yetkinin özel bir kurula verilmesi fikrinden hareket eder” diye Osmanlı anayasasının kuvvetler ayrılığına dayandığına işaret ediyor. Osmanlı anayasasında temel prensip padişahın yetkilerinin daraltılmasıdır. Bu evrensel bir kuraldır, ister padişah, ister başkan olsun; yönetenlerin yetkilerinin vatandaş hak ve yetkileriyle daraltılmasıdır” ifadelerini kullandı.
Konuşmasına Bediüzzaman Said Nursi’ye atıa bulunarak devam eden Akyol, “Dönemin münevverlerinden Said Nursi’ye soruyorlar: İstibdad nedir? Cevabı Münazarat kitabından: İstibdad tahakkümdür, muamele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vahiddir, suistimalata gayet müsait bir zemindir, zulmün temelidir, insanlığı mahîsidir. Burada dikkat edeceğimiz husus bunun Osmanlı imparatorluğunda da çok ciddi bir problem olduğu, o yüzden meşrutiyet fikrinin doğduğudur. Nitekim Hutbe-i Şamiye’de de Müslümanların neden geride kaldığı anlatılırken sayılan sebeplerden biri de, bir çeşit bulaşıcı hastalık gibi her yere sirayet etmiş olan istibdad gösterilir. Hakikaten Hallac-ı Mansur’ların katledilmesini, Farabi ve İbn-i Sina’ların medreseden dışlanmasını düşünürsek hakikaten İslam medeniyetinin gerilemesinin sebeplerinden biri devleti koruma, asayiş, “aman fitne fesat çıkmasın” kaygısıyla farklı İslami yorumların bile yasaklanmış olmasıdır. O yüzden hürriyet, istibdad ve kuvvetler ayrılığı meselesi bizim için sadece günlük bir mesele değil, tarihi bir meseledir” diyerek sözlerini sonlandırdı.