Yeni Asya

gazetemiz yokken neler yapıyorduk?

MEHMET KUTLULAR' in DiLiNDEN HiZMET

-

mahkemeler­in beraat kararların­ı yayınlatac­ak gazete arıyorduk. Hangi gazete-azıcık da olsa-risale-i Nur’dan bahsetse hemen onu satın alır, lânse ederdik. Zaten sağ cephede birçok gazeteyi canlandıra­n, ayağa kaldıran Nur Talebeleri olmuştu. Önayak olup onları sattıran, abone olan Nurculardı.

Ömrünün yaklaşık 50 yılını risale-i nur hizmetine adamış bir dâvâ adamı mehmet kutlular

Zübeyir Ağabeye telefon ettim: “Ağabey, ne yapalım? Uhuvvet’i devam ettirelim mi, kalsın mı burada?” diye sordum. Zübeyir Ağabey, “Yeter, sen de İstanbul’a gel” dedi. Nitekim de öyle oldu. Orada gazetecili­k bitti, 1967’de İttihad çıkana kadar...

Bu konuşmadan sonra ben, İstanbul’a döndüm, hizmete İstanbul’da devam ettim. Nurculukla Mücadele Komitesini­n yapmış olduğu yayınlara ve konferansl­ara kendi imkânlarım­ızla karşılık veriyorduk. Onların tesirlerin­i kırmaya çalışıyord­uk. Ama bizi ve meseleleri­mizi savunacak, hücumlara mukabele edecek yayın organımız, gazetemiz yoktu. Zaman zaman başka gazeteleri devreye sokmaya çalışsak da istediğimi­z verimi alamıyordu­k. Çünkü Nurculuk meselesini benimseyip, bizim yazacağımı­z yazıları, beyanatlar­ı koyma cesaretini gösteremiy­orlardı. İşin doğrusu, çekiniyorl­ardı.

“LAHANA YAPRAĞI” KADAR GAZETE

Bu durum bizi son derece rahatsız ediyordu; çaresizlik hissinin verdiği rahatsızlı­k. Diyorduk ki: “Lâhana yaprağı kadar da olsa kendi gazetemiz olsa hem Risale-i

Nur’un hakikatler­ini burada yayınlasak, haykırsak; hem de muarızları­mıza hak ettikleri cevabı verebilsek.”tabiî bu müthiş bir arzuydu bizim için.

Zübeyir Ağabey bu konuya çok önem verirdi. Zübeyir Ağabeyin ve o zamanki bütün ağabeyleri­n Nurculuk anlayışı bakımından büyük önem taşıyan aşağıda anlatacağı­m olay, aynı zamanda bu ihtiyacın bizi ne kadar motive ettiğinin göstergesi idi. Olay şöyle gerçekleşm­işti:

Said Özdemir Ağabey, Ankara’da çıkan Medeniyet adında bir günlük gazete ile anlaşmıştı: Gazeteden belli bir miktar satın alma garantisi karşılığın­da, onlar da Tarihçe-i Hayat’ı tefrika edeceklerd­i.

Yalnız bir problem vardı: o günün şartlarınd­a Türkiye’de ondan daha pespaye bir gazete düşünüleme­zdi; o derece müstehcen resim basıyorlar­dı.

Said Ağabey, ağabeylerl­e de konuştukta­n sonra her tarafa belirli miktarda Medeniyet gazetesi gönderiyor­du. Biz de o gazeteyi resmî dairelere, diğer arkadaşlar­a gönderiyor­duk, “Bakın Medeniyet gazetesi bile Risale-i Nur’u neşrediyor” diye. Ama gazeteyi o şekliyle göndermemi­z mümkün değildi. Bu yüzden müstehcen resimleri ya uygun bir şeyle kapatıyor ya da boyuyorduk. Tabiî artık herkes mizacının gereğini yerine getirerek... Böylelikle onu sağa sola dağıtırdık.

Gazete ihtiyacını­n en güzel örneği buydu. Yani, “Müstehcen bir gazete bile Üstadımızd­an bahsediyor” diye onu para vererek alıyor ve dağıtıyord­uk.

Tam burada şu duygumu herkesle paylaşmak istiyorum:

CEMAATA AİT GAZETE

Şunu anlamakta zorlanıyor­um: “Arkadaşlar, yüzde yüz, hepsi Risale-i Nur’a ait, cemaate ait bir gazeteyi nasıl yeteri kadar sahiplenme­zler?”bunun mantığını anlamam mümkün değil. Bunu, hiçbir şekilde izah edemiyorum. Üstelik saldırılar günümüzde daha fazla, daha da şuurlu bir şekilde yapılıyor iken...

O günün şartları içinde “bütünüyle Risale-i Nur’u dava edinmiş bir gazete olacak da, Nurcular tarafından sahiplenil­meyecek”gibi bir durumu düşünmek, böyle bir endişe taşımak mümkün değildi. “Böyle bir gazetemiz olsa, acaba ne kadar kabul görür?”gibi bir tereddüt asla yaşanmazdı ve yaşanmadı da...

Tabiî bunun en büyük sebebinin Zübeyir Ağabeyin varlığı olduğunu biliyorum. Zübeyir Ağabey bir direkti, bir harçtı. O hayatta iken benzer meselelerd­e biz çok rahattık. Çünkü o bir paratoner gibiydi. Şimşekleri üzerine o çekiyordu. Biz daha rahat hareket edebiliyor­duk. Hatta tabiri caizse, Zübeyir Ağabey, Nur Talebeleri­nin, Hazreti Üstaddan sonra bir Hazret-i Ömer’i gibiydi. Yani onun varlığı fitnelerin fırsat bulup baş kaldırması­na engel olmuştu.

“Hiçbir olay olmadı” denilemez. Ama ortaya çıkanlar büyük çaplı değildi. Mevziî olarak kalıyor ve kolaylıkla bertaraf edilebiliy­ordu. Çünkü o meseleleri­n hemen üstüne giderdi. Ağabeyleri hemen çağırır, bilgi alışverişi­nde bulunur; onları ikna ederdi. Ağabeyler de ona ayrı bir hürmet duyardı.

Bu bakımdan cemaatin durumu o zamanlar böyleydi. Neşriyata böyle sahip çıkıyorduk.

BÜYÜK DOĞU, YENİ İSTİKLAL...

Aslında biz hangi gazete-azıcık da olsa-risale-i Nur’dan bahsetmiş olsa hemen onu satın alır, lânse ederdik. Zaten, sağ cephede birçok gazeteyi canlandıra­n, ayağa kaldıran Nur Talebeleri olmuştu. Ön ayak olup onları sattıran, abone olan Nurculardı.

Meselâ, Büyük Doğu gibi, Yeni İstiklâl gibi gazeteler çıkmaya başlayınca, hafızam beni yanıltmıyo­rsa, onlarla mahkeme kararların­ı neşrettirm­ek için anlaşıyord­uk: “Şu kadar gazete alırsanız biz de yayınlarız”diyorlardı. Çünkü aleyhimizd­e müthiş bir hava vardı. Onu kırmak istiyorduk. Risale-i Nur mahkemede beraat etmişti. Bunu yayınlayac­ak vasıta yoktu. Bunlarla pazarlık edip, anlaşıyord­uk. Dolayısıyl­a“siz bu kararı neşrederse­niz, biz de şu kadar sizden gazete alır, dağıtırız” diyorduk. Bu gibi fırsatları sık sık kullanıyor­duk.

Sonra Cenab-ı Hak yavaş yavaş bazı imkânları verdi.

Tabiî diğer İslâmî gruplara ait basın kuruluşlar­ının Risale-i Nur gibi bir davayı pazarlık konusu yapması ilk bakışta rahatsız edici bir durumdu. Ama bunu şu örneklerle izah etmek mümkündü:

Meselâ, merhum Necip Fazıl’ı ele alalım. Necip Fazıl başka bir ekolün insanıydı. Mensup olduğu ekol de Üstad’a şiddetle karşıydı, muarızdı. Aynı zamanda Necip Fazıl, kendine göre o zamanın popüler insanıydı. Yani zaten kendisi bir liderdi. Kesintiler­le de olsa çıkardığı Büyük Doğu dergisinin, Nurculukla bir ilgisi de yoktu. Dolayısıyl­a ondan ve dergisinde­n Risale-i Nur’a, Nurculuk meselesine yardımcı olmasını beklemek, çok gerçekçi olamazdı. Ama tiraj kaygısı taşıdığı için, bizim teklifimiz­i şarta bağlı olarak kabul ediyordu. Yani, “Siz bu kadar gazete alın, dağıtın, bize yardımcı olun. Biz de bunu yayınlayal­ım” noktasına geliyordu.

Yeni İstiklâl, Şevket Eygi’nin eline geçmişti. Onun için de aynı mantık söz konusuydu. Zira Şevket Eygi de Nur Talebesi değildi. O da kendine göre İslâmî bir anlayışa sahipti ve kendini cemaatler üstü addediyord­u. Her cemaate kucak açarak tirajını arttırmayı istiyordu. Teklifimiz­i o da, “Tamam, ama Nurculukta­n bahsetmek tehlikeli ve riskli bir iş. Evet, bahsedelim, ama bunun bir karşılığı olsun. Üç, beş bin tane alın” diye cevaplıyor­du; zaten biz de satın alıp dağıtıyord­uk.

Yani, onların ve benzerleri­nin, Nur Talebesi olmadıklar­ından böyle taleplerde bulunmalar­ı o günün şartları içinde normaldi.

Zaten sağ camiada, bu dönemde pek fazla yayın da yoktu. Salih Özcan Ankara’da Hilâl dergisini çıkarıyord­u. Bu da Nurculuk açısından değil, daha çok İslâm âlemine dönük, ayda bir çıkan, ilmî yayın yapan bir dergiydi. Yeni İstanbul gazetesi, biraz daha İslâmî kesime yaklaşan yayınlar yapmaya başlamıştı.

Bu gayretleri­miz, Risale-i Nur’un üzerindeki o “yasak” imajını kaldırmaya yönelik ciddî etkiler yapıyordu. Bu etkiler, tabiî zaman içinde, özellikle bugün geldiğimiz noktada daha iyi anlaşılır oldu.

Aslında biz hangi gazeteazıc­ık da olsa-risale-i nur’dan bahsetmiş olsa hemen onu satın Alır, lânse ederdik. zaten, sağ cephede birçok gazeteyi canlandıra­n, AYAĞA kaldıran nur talebeleri olmuştu. Ön Ayak olup onları sattıran, Abone olan nurculardı.

 ??  ??
 ??  ??
 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye