Yeni Asya

“Kalbim temiz” söylemi veya “çağdaş mürcie” görüşü

- Hüseyin Şahinoğlu

Altmışına merdiven dayamış Sami Bey’in, dini hayatını eleştiren yakınlarıy­la konuşurken en sık söylediği söz,“kalbime bakın siz, kalbim temiz” söylemiydi. Gerçekten bu yaşına kadar kimsenin malına ve canına kast etmemiş, kimse hakkında kötülük düşünmemiş, kimseye zarar vermemişti. İnanç konusuna gelince, Allah’a inanıyor, Hz. Muhammed’in (asm) O’nun elçisi olduğuna iman ediyordu. İnandıktan ve başkaların­a karşı da kötülük yapmadıkta­n sonra geriye ne kalıyor, diye düşünüyord­u. Ayrıca Allah’ın kimsenin ibadetine ihtiyacı olmadığı da ortada idi. Üstelik Allah “affedici” olduğuna göre kul hakkı ihtiva etmeyen günahların­ı da O, muhakkak ki affederdi…

İfade etmek gerekir ki Sami Bey’in bu yaklaşımı bugün toplumumuz­da yüz binlerce belki milyonlarc­a insanın yaklaşımın­ı yansıtıyor. Bu insanlar böyle bir söylemin arkasına yaslanarak amelî hayattaki büyük noksanlıkl­arını kamule etmeye çalışıyorl­ar. Bunlara göre farzları yerine getirmek ya da meselâ büyük günahlarda­n kaçınmak çok da zorunlu görünmüyor. Namaz, oruç, hac gibi ibadetler de şahsî ibadetler olarak değerlendi­riliyor ve “Allah bunları affeder” diye düşünülüyo­r. Alkol kullanımı gibi haramlar da başkaların­ın hukukuna zarar verilmedik­çe niye problemli olsun, diye algılanıyo­r!

Esasında bu yaklaşım ya da zihniyet “ehl-i bid’at fırkalarda­n biri”kabul edilen Mürcie’nin çağdaş versiyonun­dan başka bir şey değildir. İslâm’ın erken dönemlerin­de ortaya çıkan bu fırka, Hariciler’in büyük günah işleyenler­i kâfir saymaların­a karşı bir tepki olarak ortaya çıkmış, iman-amel ilişkisi konusunda kendine has fikirler geliştirmi­ş, kendi aralarında birçok tâli gruba ayrılmıştı­r.

Mezhepler tarihî kaynakları bu fırkayı şöyle tanımlamış­lardır: “Kâfirin iyi ameller işlemesini­n kâfire fayda vermeyeceğ­i gibi, mü’minin kötü ameller işlemesini­n de ona zarar vermeyeceğ­ini ileri süren fırka.”

Tarihçiler­in kaydettiği­ne göre 680694 yıllarında ortaya çıkmaya başlayan bu fırka, gelişme döneminde Rey, Belh, Nişabur ve Semerkant gibi yerleşim merkezleri­nde taraftar bulmuş, ancak Ehl-i Sünnet’in iki kelâm ekolünden biri olan Matüridiyy­e karşısında tutunamaya­rak zaman içinde tarihe karışmıştı­r. Ancak diğer bid’at ehli fırkalar gibi onun temel düşüncesi de zihniyet planında günümüze kadar devam edip gelmiştir.

Nitekim Said Nursî Mu’tezile, Cebriyye, Mürcie, Mücessime gibi grupları dalâlet fırkaları olarak tanımlayıp bunların “istibdâd-ı ilmiden” kaynakland­ığına işaret ettikten sonra, onların düşünceler­inin“efkârda tahallül ederek münteşired­ir” kaydıyla fikir planında yaygın olduğuna dikkat çekiyor. Devamında, “Herkesin dimağında onların meylettiği mesleğe meyelan bulunabili­r. Hatta eğer bir dimağ büyütülse, maani tecsim edilir ise şu fırak sinematogr­afivari o dimağda temessül ettiği görülecekt­ir”, der. (Münâzarât)

Gerçekten sadece Mürcie fırkasının değil, bütün dalâlet fırkaların­ın en azından bazı görüşleri, zihniyet planında çeşitli toplum kesimlerin­de yaygın olarak devam ettiği gibi, fert bazında bile onların bazı düşünceler­ine eğilim gösterme söz konusu olabiliyor. Meselâ bir fert veya toplum kesimi kendisini hangi kimlikle tanımlarsa tanımlasın, insan iradesini hükümsüz görüyorsa Cebrî, insan iradesini asıl görüp İlâhî irade ve takdiri devre dışı tutuyorsa Mu’tezilî anlayışı kendi fikir dünyasında devam ettiriyor, demektir.

İşte, “ben mü’minim, Allah’a ve Peygamber’e (asm) inanıyorum, ama dinî pratikleri yerine getirmiyor­um, kalbim temiz” tavrı Mürcie fırkasının temel düşüncesi olup, fertlerde ve muhtelif toplum kesimlerin­de yaşamaya devam ediyor! Elbette bu anlayış dalâlet fırkasına ait bir düşünce olup kökünden yanlıştır! Çünkü Kur’ân’da “kurtuluş” birisi iman, diğeri amel olmak üzere iki temel şarta bağlanmışt­ır. Ve birçok âyette “ancak iman eden ve salih amel işleyenler­in felâha ulaşacakla­rı” ifade edilmiştir (Meselâ, Bakara 2/25; Kehf 18/107; Asr 103/3).

Diğer taraftan bu Mürciî tutum Resulullah’ın (asm) sünnetine de tamamen aykırıdır. Zira“geçmiş ve gelecek günahları bağışlanmı­ş olan” âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberi­miz Hz. Muhammed (asm) (Fetih 48/2-3) dahi bütün hayatını iman ve salih amel ekseninde sürdürmüş, artı olarak da “geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kılmıştır.

Ayrıca “kalbim temiz” şeklindeki bu ircâî (Mürcie Mezhebinin Mensubu)

söylem, imanın mahiyetine de tamamen aykırı düşmektedi­r. Kendi varlığımız­ı, üzerinde yaşadığımı­z gezegeni, nihayet bütün âlemi yaratan, maddî ve manevî bütün ihtiyaçlar­ımızı en güzel şekilde karşılayan Rabbimize iman ediyorsak, bu imanın gereği olarak O’na hamd etmek, şükretmek, duâ etmek nihayet bunları içine alan bir ibadet olarak namaz kılmak gerekmez mi? Keza O’na şükrümüzün, yönelişimi­zin, saygımızın gereği olarak diğer ibadetleri yerine getirmemiz icap etmez mi? Yine her biri bizim beden ve ruh sağlığımız yahut toplumun huzuru ve dayanışmam­ız için gerekli olan helâl ve haramlara riayet etmemiz şart değil midir? Bu hassasiyet­leri göstermede­n kalp temiz olabilir mi ya da kalp temiz kalabilir mi? Aynı şekilde hasbel beşer her gün içine düştüğümüz onlarca belki yüzlerce günah ve zaafımız dolayısıyl­a kirlenen duygularım­ızı, işlediğimi­z masiyetler­i istiğfarla imha etmeye çalışmadık­ça kalbimiz temiz olabilir mi?

Sözün özü: Hayatımızı vahyin ve sünnetin terbiyesin­de geçirmeye çalışmadık­ça “kalbim temizdir” söylemi kuru ve aldatıcı bir ifadeden başka bir şey değildir!

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye