Biz hâkim değil, mahkûmuz
Asrın imamı Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası isimli eserinde şöyle der:“ey kardeşlerim! Mesleğimiz, tecavüz değil tedafüdür, hem tahrip değil tamirdir, hem hâkim değiliz, mahkûmuz. Bize tecavüz eden hadsizdirler.”
Evet Ayşe Nur haklıydı, fakat güçsüzdü. Çünkü herkes güçlüden yanaydı. Halbuki herkes haktan yana olmayı ve hakta sebat etmeyi kendine şiar edinseydi o zaman kuvvet, güç, hakta yani haklıda olacaktı.
Bu asrın acip hastalığı ahireti bildiği halde dünyayı ona tercih ediyordu. Aman haaa! Ona dokunmayan yılan bin yaşasındı. Halbuki sinek ısırması hükmündeki dünya sıkıntısından kaçarken hakikatta ahiret hesabına yılanların kalbi zehirlemesine razı oluyordu.
Ateist öğretim üyesinin soruşturması sonuçlanmış, Ayşe Nur’a tebliğ zamanı gelmişti. Hastaları için gerçek bir şefkat kahramanı olan, belki bir hastaya Allah’ın Şafi isminden tecelli edecek bir şifaya vesile olmaya hayatını vakfetmeye gönüllü bu kızcağızdan ne istiyorlardı?
Bu gaddarlık değil de ne idi?
Ayşe Nur her günki gibi yine sınıfında tebessüm saçan gözleriyle şefkat ve özlemle doktor olacağı günü hayal ediyordu. Fakat o hakka taraf olamayan Müslümanların sayesinde haksızlığın güç kazandığı bir devri yaşıyordu.
O günkü yaşadığını ve hâlâ dolabında özenle sakladığı, oğlu Onur’a da vasiyet ettiği yazısından, otuz sene önceki kendi cümlelerinden sizlere aktarmak istiyorum:
“(...) İşte beklediğim o an gelmişti. Arkadaşlarımdan biri üzgün bir surat ifadesiyle bana yaklaşarak“seni irtibat bürosundan çağırıyorlar” dedi. O an ayaklarım titremeye başlamış, vücudumu bir soğukluk kaplamıştı. Huzuru İlâhide meleklerin beni izlediğini hissediyor gibiydim. Görevli, elindeki sarı zarla beni bekliyordu. Gözlerinde, “geleceğini mahvettin” ifadesi hâkimdi. Ama hangi gelecek? Zarfı açtım ve içindekini okumaya başladım: “.... Bir ay süreyle uzaklaştırma cezası ile tecziye edilmiş bulunmaktasınız...”
Elimdeki zarla kitaplarımı almak için sınıfa girdiğimde teneffüs olmasına rağmen dersteymiş sessizliği ile beni izleyen arkadaşlarımın surat ifadeleri adeta yapılan bu uygulamayı protesto ediyordu. İçlerinden biri gözlerindeki yaşların solgun yüzünde süzülmesine rağmen cesaretini toplayarak “uzaklaştırma mı?” diye sordu.
Evet uzaklaştırılmıştım, ama nelerden? Konuşmaya başladığım zaman adını bile güçlükle telâffuz edebildiğim, daha onbir yaşımda iken vefat eden sevgili anne annemin (ruhu şad olsun) vasiyet ettiği ve o günden beri üzerime vazife olarak bellediğim “doktorluk mesleği”nin ilk basamaklarından, girebilmek için gecemi gündüzüme kattığım fakültemden, ailemin doktor olabilmem için binbir maişet sıkıntısıyla okuttuğu okulumdan, kimi takdir edercesine, kimi üzgün bakan arkadaşlarımdan, izin verselerdi mesleğimin esasını oluşturacak olan derslerimden...
Kitaplarımı kollarımın arasına aldım. Onları ilk defa bu kadar şefkatle ve özlemle kucaklıyordum. Matem havasına bürünen sınıfıma son bir kez daha baktım. Arkadaşlarımın gözleri yaşlı sanki bir ölüyü toprağa teslim ediyorlardı. Arkada, en arkada ayakta biri bana bakıyordu, yüzünde bir tebessüm vardı.
“Hayat bir hareket ve faaliyettir, şevk ise matiyyesidir. İşte himmetiniz şevke binip mübareze-i hayat meydanına çıktığı vakit, en evvel düşman-ı şedid olan yeis karşısına gelir. Himmetin ayağına vurur, atından düşürttürür. Siz o düşmana karşı“la taknatu”(ümidinizi kesmeyin) kılıncını istimal ediniz”ifadeleriyle beni toprağa değil, Allah’a teslim ediyordu. Ben de nasihatini düstur edinerek O zat gibi tebessüm edip gözlerimdeki yaşların akmasına izin vermedim. O an adeta huzur-u İlâhideki meleklerin alkış seslerini işitiyordum. Nefsime yönelip “Gazan mübarek olsun Ayşenur” dedim ve arkadaşlarımla vedalaşıp sınıftan ayrıldım .... ”
Ayşenur’un hikâyesi inişli çıkışlı, bazen acı bazen tatlı devam edip gidiyordu. Mücadele azmi hiçbir zaman kırılmadan, şevkini kaybetmeden hakkını aramaya devam ediyordu.
Bizim vazifemiz tecavüz değil tedafüdür.
İnanıyoruz ki“istikbalde en gür sâdâ İslâm’ın sâdâsı olacaktır.”