Suya düşen damlalar
Renklerin suyla bütünleştiği, desen ve modellerini kâinattan aldığı sanatın adıdır ebru. Biz’in ucundan düşen her damla, geniş ebru teknesinde bir yer bulur kendine. Renkler billurlaşır, safileşir ve en nihayet bir bütünün parçası olur. Sanatkâr, her rengi “Hakk” adıyla atar, damlayı damlalarla buluşturur.
Sanat, Sanatkâr’a delâlet etmeli; O’nu anlatmalı, tefekkür ettirmeli diye biliriz. İşte ebru, böylesi sanatların belki de en göze görüneni, albenilisi... Renkler, fırçalar, boyalar, tekne ve su, sanki İslâm medeniyetinin özünü önümüze koyuyor gibi. Damlalar, ister bir kasıtla, isterseniz iradî olmayarak düşsün tekneye, mutlaka kâinatta bir varlığın şekline benziyor.
Kâh bir su damlası, kâh mermer deseni, kâh ağaçların gövde şekilleri... Gerek şekillerin, gerekse renklerin uyumu, aslında sizi bazen gül bahçelerinde gezdiriyor, bazen de lâlezârda, bulutlarda...
Ebru ile başlayan yolculuğum, böylesi bir arayışın neticesinde düşmedi elime. Belki bu hissiyâtın hiçbirini taşımıyordum bile. Evet, tefekkür etmek ezeliyetten aşinalığımız. Risale-i Nur’un penceresinden bakanların belki de ilk alıştıkları şey, -ya da kazandıkları farkındalık diyeyim- kâinatla ülfet ve ünsiyet. Canlılara merhamet etmeleri ve her çiçeği, nebatı, hayvanı, gökyüzü ve yeryüzünü san’at-ı İlâhî olarak izlemeleri.
Ve hepimizin vird-i zeban ettiği ilk vecizelerden: “Ne güzel deme, ne güzel yaratılmış de.” Bu pencere ile tefekkür etme, canlılara bu nazarla bakma ve hayretini ifade etme... Ama ya sanatların gözünden bakma? Kâinata bakıp Risale-i Nur’u onların üzerinde gördüğümüz gibi, o çiçeklerin desenini, şeklini, renk uyumunu suyun üzerine işleme ve her damlayı tefekkür ederek suya düşürme?
İşte bu, teknenin başına geçtiğimde fark ettiğim bir güzellikti. Öncesinde sathî bakıp geçtiğim şeylerin, şeklini ve modelini, motilerinin renklerini de incelemeye başladım. Ve her çiçeğin yaş halindeki uyumunun, kuruduğunda da devam ettiğini fark ettim. Bunu tekneye yansıtmak, suyun üzerinde göstermek, biz’in ucunda şekillendirmek ve gören gözlere tefekkür ettirmek, Allah’ın yarattıklarına âyine olmanın sürûrunu yaşattı bana. Risale-i Nur’da gördüklerimi suyun üzerinde işlemek ve okumak da ayrıca sevinç verdi.
Sanki Risale-i Nur’un resmini yapmışım gibi. Resim fırçalarla yapılır malûm. Ebruda da fırça saplarının gül dalından yapılması ayrı nahif, kıllarının at kılından olması da... Fırçayı kendin yapman, boyalarını kendin ezmen, seyreltmen ve öd suyunu boyayı açmakta kullanman da... Yabancı hiçbir malzeme yok. Boyalar bile tabiatta varolan bitkilerin kaynatılması, toprak boyaların yoğuşturulması ile elde ediliyor. Sun’î, yapay, sentetik hiçbir şey damlamıyor suyun üzerine. Suyu da deniz kadayıfı denilen bir tür yosunun kurutularak toz haline getirilip karıştırılmasıyla ortaya çıkıyor.
Hepsi, kendi özümüzde varolan zengin sanatlarımızın aslında ne kadar da inançla yoğrulduğunu gösteriyor. Kâinatta israf yok, abesiyet yoksa, her mevcudun da mutlaka Rabbimizi gösteren bir sanat yönü vardır. Bu sanat eğer Allahı tefekkür ettirecekse, onda da abes, israf olmamalı, rastgelelik konmamalı ki hakikatiyle âyine olabilsin. O yüzden ebru yapanlar diğer sanatçıların aksine altına imzasını atmazlar. Çünkü ebru, Hakk’ın sanatını nazarlara sunmak için yapılır. Ebrucunun işi, sadece buna vesilelik, ya da mir’attir. Arada perde olmamak, öyle de görünmemek için imzalarını atmazlar. Kâğıdın arkasına ya da görünmeyen bir yerine yazarlar.
Geleneksel sanatlarımız, sanat yönleri dışında inanca ve Allaha yönelten izler de taşırlar. İnsanı içiyle buluşturan, farkındalığını arttıran motiler sunarlar. Damlalar suya düşerken, aslında biz de kendi dünyamızı çıkarırız ortaya. Bir fırçanın dağıttığı binler damladan biri olarak...