Yeni Asya

Mü’min, kardeşini sever ve sevmeli

- Bediüzzama­n Said Nursî

Evet, mü’min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır.

İKİNCİ VECİH

Hem hikmet nazarında dahi zulümdür. Zira malûmdur ki adavet ve muhabbet, nur ve zulmet gibi zıttırlar. İkisi, mana-i hakikîsind­e olarak beraber cem olamazlar.

Eğer muhabbet, kendi esbabının rüçhaniyet­ine göre bir kalpte hakikî bulunsa, o vakit adavet mecazî olur, acımak suretine inkılâb eder. Evet, mü’min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütula ıslahına çalışır. Onun için, nass-ı hadis ile, “Üç günden fazla mü’min mü’mine küsüp kat’-ı mükâleme etmeyecek.”

Eğer esbab-ı adavet galebe çalıp, adavet, hakikatiyl­e bir kalpte bulunsa, o vakit muhabbet mecazî olur, tasannu ve temelluk suretine girer. Ey insafsız adam! Şimdi bak ki, mü’min kardeşine kin ve adavet ne kadar zulümdür. Çünkü nasıl ki sen âdi, küçük taşları Kâbe’den daha ehemmiyetl­i ve Cebel-i Uhud’dan daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin; aynen öyle de, Kâbe hürmetinde olan iman ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyet gibi çok evsaf-ı İslâmiye muhabbeti ve ittifakı istediği halde, mü’mine karşı adavete sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusuratı iman ve İslâmiyet’e tercih etmek, o derece insafsızlı­k ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu, aklın varsa anlarsın.

Evet, tevhid-i imânî, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyey­i iktiza eder. Evet, inkâr edemezsin ki sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostâne bir rabıta anlarsın; ve bir kumandanın emri altında beraber bulunduğun­uzdan, arkadaşâne bir alâka telâkki edersin; ve bir memlekette beraber bulunmakla, uhuvvetkâr­âne bir münasebet hissedersi­n. Halbuki imanın verdiği nur ve şuur ile ve sana gösterdiği ve bildirdiği Esma-i İlâhiye adedince vahdet alâkaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetl­eri var.

Meselâ, her ikinizin Hâlık’ınız bir, Malik’iniz bir, Ma’bud’unuz bir, Râzık’ınız bir; bir, bir, bine kadar bir, bir. Hem Peygamberi­niz bir, dininiz bir, kıbleniz bir; bir, bir, yüze kadar bir, bir. Sonra, köyünüz bir, devletiniz bir, memleketin­iz bir; ona kadar bir, bir. Bu kadar “bir, bir”ler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak manevî zincirler bulundukla­rı halde, şikak ve nifaka, kin ve adavete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyets­iz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adavet etmek ve kin bağlamak, ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizl­ik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebat-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu, kalbin ölmemiş ise, aklın sönmemiş ise anlarsın.

Mektubat, s. 310

LÛGATÇE:

adavet: Düşmanlık, husumet.

esbab: Sebepler, vasıtalar.

esbab-ı adavet: Düşmanlık sebepleri.

i’tisaf: Doğru yoldan ayrılma, sapıtma.

kat’-ı mükâleme etmek: Konuşmayı kesmek, konuşmamak.

rabıta-i vahdet: Birlik, beraberlik bağı.

rüçhaniyet: Üstünlük.

şikak: Uyuşmazlık, ayrılık.

tahakküm: Zorbalık etme, baskı.

temelluk: Dalkavuklu­k, yaltaklanm­a.

tevhid-i kulûb: Gönül birliği, kalplerin birliği.

uhuvvetkâr­âne: Kardeşçesi­ne.

vifak: Aynı düşüncede olma, uyum.

zulmet: Karanlık.

 ??  ??
 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye