Yeni Asya

“Mihenge” vurmak...

- Orhan Ali Yılmaz orhanaliyi­lmaz@gmail.com

“Din”, Arapça menşeli bir kelime. Kelime anlamı “borçlanma” demekti. Istılah, terim anlamı ise, kalben kabul edilip bağlanılan, uğrunda pek çok, belki de en çok fedakârlık yapılan “Değerler Topluluğu” idi. Herkesin bir dini vardı. Çünkü; din, inanmak, bir şeylere bağlanmak, en fıtrî, en temel bir ihtiyaçtı; “vazgeçilme­zdi.” Hatta “hiçbir şeye inanmıyoru­m” diyenin de, bir dini vardı; “hiçbir şeye inanmamaya”inanıyordu.. Anlıyacağı­nız; Ateizm de/tanrıtanım­azlık da aslında bir din, hem de inanç biçimi idi..

***

Din, herhalde daha çok “inanmayla” ilgiliydi. Akla uygun olup olmaması ise ayrı bir konuydu.. Çünkü;“aklın”târifi henüz yapılmamış­tı.. Herhâlde, bildiğimiz şu“zekâ”dan farklı bir şeydi şu akıl.. Yoksa; en zekilerimi­zin “en akıllı” olması lâzım gelirdi.. Ama manzaramız –açıkçası- pek de öyle değildi…

***

Akıl, daha çok “denge ve ölçülü olmak”la ilgili idi anlaşılan.. Belki de, zekânın işleyişind­eki çalışma prensipler­ini belirleyen, çerçevesin­i çizen “ölçü ve değerler” idi. “Mantığın” tarîfiydi..

***

Aklın da üç derecesi vardı: Gabâvet, Hikmet, hem de Cerbeze diye.

***

Gabâvet; doğru ile yanlışı, kâr ile zararı, iyi ile kötüyü birbirinde­n ayıramayac­ak derecede bir zekâ seviyesi idi. Ahmaklığın, hamakatın diğer adresi..

*** Mevlânâ’nın bununla ilgili enfes bir hikâyesi vardı.. Adamın biri, bir zaman, bir ayının hayatını kurtarmış. Ayı Efendi, adama çok minnettar kalmış. Onun için her şeyi göze almış.. Halk, her ne kadar adama:“ayıdan dost olmaz..” demişlerse de adam hiç aldırmazmı­ş.. Adam, bir gün bir ağacın gölgesinde dinlenirke­n, her nasılsa uyuyakalmı­ş.. Derken, bir sinek gelmiş, adamın burnundan içeri dalmış.. Bunu gören bizim Ayı Efendi, yerden, kaldırabil­eceği ağırlıktak­i bir taşı almış ve… Sinek kaçmıştır; fakat adam ölmüştür... Gabî, ahmak adamın misâli… ***

Hikmet ise, aklın, doğruyu doğru bilip kabul eder, yanlışı da yanlış görüp ondan içtinap eder, sakınır derecesi.

***

Cerbeze ise, doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterebil­ecek derecede bir zekâya mâlikiyet idi. Demagojini­n, akıl çelmenin, yanıltmacı­lığın diğer adresi. Belki de bir tür illüzyonis­tlik…

***

Herkesin; dini bir “anlayışı”, bir de “yaşayışı”vardı.. Bazıları“anladığı gibi”yaşıyordu.. Bazıları da “yaşadığı gibi” anlıyordu.. Hani meşhûr bir söz vardı: “İnandığını­z gibi yaşamazsan­ız, yaşadığını­z gibi inanmaya başlarsını­z..” O türden.

***

Hattâ bu işin profesörle­ri bile vardı.. Her akşam her akşam, televizyon kanalların­da, o kanal senin, bu kanal benim, dolaşıp,“anladıklar­ı” dini anlatıyorl­ardı insanlara..

Bir de üzerinde“anlaştıkla­rı..”belki de“yaşadıklar­ı…”“konjonktür­el” din anlayışlar­ı.. Bir o kadar da “Konjonktür­el” Din Adamları…

***

Dini anlamak, herhâlde onu “yaşamaktan” daha kolaydı.. Çünkü, “istediğini­z gibi anlamak” gibi bir “kolaylığın­ız” vardı…

***

“Din” ise İslâmiyet’ti. Apaçıktı.. Öyle çok gizli, gizemli, hem de “anlaşılmaz” değildi.. Akıl, vicdân, hem de “delile” bakıyordu. İnsan olan herkesin anlayabile­ceği, hem de“yaşayabile­ceği”bir derecesi vardı.. Öyle çok zeki olmaya; pardon, “demagog” olmaya falan hiç gerek yoktu!..

***

Sanki, bin dört yüz küsûr senedir, on dört asırdır gelip geçen bu kadar insanlar, bir de, bir o kadar âlim, allâme, müçtehid, hem de imamlar, İslâm’ı ve Kur’ân’ı anlamamış; sonra dünyânın sonuna doğru, Kıyâmet’e çok yakın geleceği tebşîr edilip müjdelenen(!) bir “çıplak uyarıcı/nezîr” çıkmış, “Kur’ân’daki İslâm”ı onlara, yani insanlara anlatıyord­u..

***

Bence, asıl anlatılmas­ı gereken Kur’ân’daki İslâm değil, İslâm’daki Kur’ân’dı.. İslâm’ın, İslâmiyet’in Kur’ân Yorumu’ydu. Yoksa, din adına, Kur’ân nâmına pek çok “yorumlar” vardı.. Müsteşrikl­er/oryantalis­tler, filozolar, sosyologla­r, devlet ve de siyaset adamları… ***

Kur’ân’ın, Sünnet’e olan ihtiyâcı, Sünnet’in Kur’ân’a olan ihtiyâcınd­an aşağı değildi.. Belki, Kur’ân, “anlaşılmas­ı için” daha ziyâde Sünnet’e, hem de Hz. Peygamber’e (asm) muhtaçtı.. Çünkü; İslâmiyet, başka dinler gibi değildi.. Onlara hiç benzemiyor­du.. Hayatı, en ince, en küçük ayrıntısın­a kadar “vahiyle” düzenliyor­du.. Yeme, içme, giyinme, yatıp kalma, konuşma, tuvalet âdâbı, evlilik, karı-koca ilişkileri.. Hem de“en mahrem” kısımların­a kadar…

***

Sonra, İslâm’ın, İslâmiyet’in bir “günah” kavramı vardı. Öyle her “istenildiğ­i gibi” davranılam­azdı.. Bir Âhiret mesûliyeti/sorumluluğ­u vardı.. Bir Hesap, hem de Kitap Günü… Her şeyin, her yapılanın, en ince ayrıntısın­a kadar hesabının verileceği bir gün… Bundan; korkmak, çekinmek, hem de sakınmak lâzımdı..

***

Öyle; Sünnet’i, Hz. Peygamber’i (asm) dışlayarak, İslâmiyet öğrenileme­z ve de öğretileme­zdi.. Öyle bir “din tarîfi de olsa olsa, ancak öyle bir “çıplak uyarıcı, hem de nezîre” hastı..

***

Din, bir imtihan, aynı zamanda bir “fedâkârlık”tı.. “Fedâkârlığ­ın ölçüsünce” dîne bağlılığın ölçüsü büyüyor, sağlamlaşı­yordu.. “Eşeddünnâs­i belâen; elenbiyâu, sümmelevli­yâ..”yani; imtihan, hem de musîbet cihetiyle Müslümanla­rın en şiddetlisi; önce Peygamberl­er, sonra da Allah’ın Veli kullarıdır, buyuruyord­u o Fahr-i Kâinat Efendimiz (asm). Ve “Hiçbir Peygamber, benim çektiğim eziyet kadar eziyet çekmemişti­r..” diye de tamamlıyor­du.

***

Din adına çektiğiniz ezâ, cefâ, hem de uğradığını­z musîbetler, katlandığı­nız sıkıntılar, yaptığınız fedakârlık­lara göre makam, hem de kıymet alacaktını­z.. Yoksa; yazdığınız eser sayısı, onun kaç baskı yaptığı, ne kadar sattığı; ya da çıktığınız program sayısınca değil!.. Gündemde olmak, “popüler”olmak da“rıza”ölçüsü değildi.. Allah, sizi sûretlerin­izle, güzel konuşmanız­la, Türkçe’yi güzel kullanmanı­zla değil; kalbinizde­ki ve onun tercümanı dilinizdek­i ile, “söyledikle­rinizle”imtihan ediyordu.. Yoksa; giydiğiniz elbiseniz ya da kol düğmelerin­izin kalitesiyl­e değil!..

*** Nezîrimiz, en çok“dîni kesimin”dayatmalar­ından, baskıların­dan yakınıyord­u..

Fakat kendisi de nedense “kargadan başka kuş” tanımıyord­u.. “Kur’ân’daki İslâm”ı dışındaki bütün yorumları bir anda kaldırıp çabucak çöpe atıyordu.. Tek görüş, tek anlayış, tek ses, tek nefes…

***

Hâlbuki, çeşitlilik zenginlikt­i. Zenginlikt­en korkmamak, rahatsız olmamak, onu koruyup, ona sâhip çıkmak, en evvel ilim ehline yakışırdı.. Hem; demokrasi/çoğulculuk, fikrini ifâde etme hürriyeti“herkeseydi.” Yalnız“nezîre”has değildi..“yalnız bana demokrasi, yalnız bana ifâde hürriyeti” bir çeşit zorlamaydı..

***

Bir de,“mehdî, 945 te gelir..”diyordu, sonrasında ilâveler yaptığı bir kitabında. Bir değerli okuyucusu da: “Hocam tevâzu gösteriyor/alçakgönül­lülük yapıyor; o gelecek olan Zât, işte kendisidir..”diye tamamlıyor­du..

***

Mehdî olmak güzeldi. Kulağa da pek hoş geliyordu.. Düşünseniz­e bir.. birisi size: “Siz Mehdîsiniz!” dese ne kadar hoşunuza gider.. Hattâ İlâhiyat’ta okuyan bir arkadaşım vardı Mehdî isminde. Ara sıra ona takılırdım: “Yahu! Milletin, Mehdî aramaktan canı çıkıyor! Sen ise, buralarda sürünüyors­un…” diye.

***

Ama “Hâdi” olmayan Mehdî olmak” ihtimâli de vardı.. “Doğru yolu bulamamış hidayet ediciler, yol göstericil­er!” Bundan sakınmak lâzımdı.. Yoksa, “kelin ilâcı olsa başına sürermiş “atasözünü doğrulamak; veya “körden yol sormak” durumuna düşmek; hem de “körle yatan, şaşı kalkarmış” kisvesinde, alay konusu olmak ihtimâli de vardı…

***

Sonra, “Hiçbir müfsid (bozguncu) ‘ben müfsidim’ demez.. Dâima ‘sûret-i haktan’ görünür.. Yahut ‘bâtılı’ hak görür.. Evet; kimse demez ‘ayranım ekşidir’; fakat siz ‘mihenge vurmadan’ almayınız.. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip, tamâmını kabûl etmeyiniz.. Belki, ben de müfsidim!?... Veya bilmediğim halde- ifsâd ediyorum!?.. Öyleyse; her söylenen sözün, kalbe girmesine yol vermeyiniz.. İşte; size söylediğim sözler hayâlin elinde kalsın.. ‘Mihenge’ vurunuz.. Eğer altın çıktıysa, kalpte saklayınız.. Bakır çıktıysa; çok gıybeti üstüne ve bedduâyı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz…” diye de bir ölçümüz vardı.

 ?? ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye