“Müstesna’lar” kaideye uymaz!
Abbasi halifesi Ebu-l Mansur’un, Emevi’lerle yapılan Zap Suyu Muharebesinden hemen önce söylediği; “Ailemden her kim Mervân’ın üzerine gönderilecek ordunun komutanlığını üstlenirse veliahdım olacaktır.” sözüne talib olan, Abbasi orduları komutanı Abdullah bin Ali, savaşı kazanarak Emevi devletine son vermiştir.
Ebu-l Mansur, vefatından hemen önce Abdullah b. Ali’yi değil de kendi kardeşi Ebû Cafer el-mansur’u veliaht gösterince, halifeliğin kendi hakkı olduğunu iddia eden Abdullah, yeni halife Ebu Ca’fer elmansûr’a karşı ayaklanmıştır.
Nusaybin yakınlarında çıkan savaşı kaybeden Abdullah, savaş meydanından kaçmıştır. Halife Ebu Ca’fer el-mansûr, iktidarı için halen tehdit oluşturan Abdullah’ı yakalamak amacıyla, dönemin meşhur ediplerinden katib İbnü’l-mukaffa’dan, bir “emân mektubu” kaleme almasını ister.
Teslim olmasını sağlamak için Abdullah’a güven vermek maksadıyla ve sipariş üzerine yazılan bu mektupta İslam’ın kutsal değerlerinden sıkça bahsedilmiş, verilen sözlerin yerine getirileceğini teyit için Cenab-ı Allah, Peygamberler, dört büyük melek ve kutsal kitaplar şahit gösterilmiştir. Hatta mektuba göre; Halife ahdini bozarsa; dinden çıkacak, eşleri boş olacak, köle ve cariyeleri hürriyetine kavuşacaktır.
Halife Mansur; mektuptaki ifadelerin kendisini küçük düşürdüğü gerekçesiyle mektup kâtibi İbnü’l-mukaffa’yı öldürtse de bu emân mektubunun sonuna; “Ancak Abdullah’ı görürsem, bu anlaşma geçerlidir…” şeklinde bir istisna hükmü koyar ve mektubu imzalar.
Emân mektubunun onaylanmasından sonra teslim olmak için saraya gelen Abdullah b. Alî, affedilmeyi beklerken, halifenin huzuruna çıkamadan tutuklanıp zindana atılır. Böylece, Abdullah’ı görme şartı yerine gelmediğinden, Halife Mansur için anlaşma geçerliliğini yitirmiş olur.
Genel kaideye olağan dışı hüküm getirmek için istisna cümlesi koymak caizdir ve malumdur ki istisnalar kaideyi bozmaz.
Kaideden tamamen berî olmak için ise müstesnalar fırkasına üye olmak gerekir ve yine malumdur ki müstesnalar kaideye uymaz!
Eskiden “hilafet ve saltanat” ile bu fırkaya üye olmak mümkün iken günümüzde imtiyazlı olmanın yolu siyasetten geçiyor. Ne yazık ki bu çağın “müstesnaları” kendilerini kaideden berî kılan imtiyazlarını, ellerindeki din topuzunu kullanarak elde ediyor.
Halife Mansur’un, “Ancak Abdullah’ı görürsem, bu anlaşma geçerlidir…” istisna hükmünü tarz olarak benimseyen günümüz müstesna fırkası üyeleri, din ve diyanet ile emân verdiği seçmene, günün sonunda; “ancak bizi görürsen(!) ahdimiz geçerli” diyor.
Kılığına güvendiği için kendisinden kaçmadığı bir derviş kılıklı tarafından kanadı kırılan, güvenini boşa çıkaran o dervişi Hazreti Süleyman’a şikâyet eden ve ceza olarak da kısas yerine dervişin üzerindeki “siyasal İslam hırkası”nın çıkarılmasını isteyen o ihlâslı serçe, tarih sahnesinden silindi ve yerini akrabalarına bıraktı.
Günümüzde; zulmün karşısında hiç susmadan gerçeği tekrar edenler papağan sayılıp “kafese kapatılırken”, kargalar, sırf rengi siyah diye müstesnalara kılavuzluk eder oldu.
Tarih tekerrür edip feleğin çarkı döndüğünde imtiyazı tükenen karganın, hatalarından ders çıkarması gerekirken, aksine, kibrinden taviz vermeyişini, Şair Nev’î şöyle tasvir ediyor:
“Kahr-ı dehr ile tûtî gurâba hem-nişin Yine şekvâyı gurâb eyler garâbet bundadır.” (Feleğin kahrı neticesinde, papağan ile karga aynı yerde oturmak zorunda kalırlar. İşin garipliğine bakın ki; bu durumdan şikâyet etmesi gereken papağan iken, şikâyet yine kargadan gelir.)