Bir gün ölecek miyiz?
Rabbimiz;“her nefis ölümü tadacaktır” buyurduğuna göre ve iki cihan serveri Peygamber Efendimiz (S.A.V.) dahi ölmüşse, bu koca dünya Karuna, hatta Sultan Süleyman’a kalmamışsa bize de kalmayacaktır.
Fakat, biz aciz, naciz ve fani kullar her nedense hiç ölmeyecekmişiz gibi yaşamakta, gözümüzü yumarak, kulağımızı tıkayarak, ilahi davetleri değilde fani dünyanın malayani seslerine meyil ederek yaşıyoruz. Bediüzzaman şöyle ifade ediyor:“ölüm o kadar kat’î ve zâhirdir ki, bu günün gecesi ve bu güzün kışı gelmesi gibi ölüm başımıza gelecek.”
Peki ölum bizden ne istiyor?“herbir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm, elbette hayattan ziyade
Hbir istediği var.”
O halde bizler bu dünyaya gönderiliş gayemize uygun olarak güzel görüp güzel düşünürsek, nimetlere zikir, fikir, şükür üçlüsü ile talip olursak, her işimizde Allah rızasını düşünerek yaparsak, İslam üzere emaneti sahibine teslim edebilirsek bu sorunun cevabını vermiş olacağız.
Aslında ölüm hiçlik, fenalık, yok oluş değil.“belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdili mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır” (Mektubat, s., 450) olduğunu görürüz.
İman teslimiyettir. Ölümü düşünerek fani dünyanın her geçen gün ayatımız engeller ve olumsuzluklar ile doludur… İlk ve daimî engelimiz, kalp üstünde bulunan, “lümme-i şeytaniye” diye tabir edilen, bizleri daima olumsuzluklara ve günaha götürecek olan bir engelimizdir…
Rabbimiz, bunu bize vermiş ki müsabaka hikmeti ortaya çıksın. Diğer engellerimiz, hayatımız müddetince bize ârız olan, doğuştan veya daha sonra oluşan bedensel engellerimizdir. Bu engellerimiz ile imtihanın zor şartlarını yaşamak mecburiyetinde kalırız…
Bu engellere, on insandan biri muhataptır. Ve onların aile fertleri veya devlet onlara yardımcı olmak mecburiyetinde kalırlar… Bu, Cenab-ı Hakk’ın imtihan için verdiği bir haldir.
Sabretmek şartı ile ve şikâyet etmemek sureti ile bu insanın ebedî âlemini kazanması büyük bir ikram-ı İlâhî’dir... Bunun aksini düşünmek; elbette ki, insanı bu dünyası gibi ahiretini de kaybettirecek bir azaba götürür…
“Neden bana bu musibet verildi, benim suçum ne idi?” gibi söylenen sözler ikinci bir musibet olarak insana ârız olur... Dünya çapında devletler ve milletler, bu hallere muhatap insanlara maddi ve manevi yardımlarını kanunî bir mecburiyet olarak telâkki etmişlerdir.
Engelli kişilerin engellerine muhatap olan diğer insanlar da; birinci derecede anne, baba, akrabalar ve kardeşlerdir… Onlar da bu suretle ayrı bir imtihan yaşarlar... Bunlar da aynen engelliler gibi imtihan ile karşı karşıyadırlar...
Bu zor hallere karşı sabır ve tahammülleri neticesinde, onların ebedî âlemdeki mükâfatları çok büyüktür... Asıl engeller, insanın kulluktan uzak tutan hayat halleridir…
Ülkelerin emniyetlerini ve asayişlerini temin etmek için kolluk kuvvetleri ihdas etmek ve kanun hükmüyle cezalandırılanlar için hapishaneler yapmak için büyük maddi harcamalar yapmaları ise ayrı bir şeydir...
Demek ki mesele, “İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder.” hakikatini iyi anlamaktan geçiyor… artan ihtiyaçlarından, meşguliyet yerinden, kısır çekişmelerinden, hırslarından sıyrılıp, dar-ı bekaya ciddi hazırlık yapmalıyız. Ara sıra kabristanı ziyaret edip ehli kuburdan nasihat almalıyız. Boş bir mezara uzanıp o vaktin tefekkürünü yapmalı, definlerde mevtaya bakıp tebdili mekan yapıp, münker, nekirle, telkinde muhattap olmalıyız. Kısacası ölüm gelmeden dunyayı terk edebilirsek o zaman kurtuluş yolunu bulmuş oluruz. Ayrıca gençlik heves ve arzularına kapılmadan, ihtiyarmışçasına ölümü düşünmeli ona göre konuşmalı hatta susmasını bilmeliyiz. İşte o zaman ölümün terhis ve tebdil-i mekân olduğunu, “Saadeti ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyat oldugünu” görür o zaman ölümü gülerek karşılayan, ölmeden, ölümü seven ve isteyen babayitlerden oluruz.