MARMARİS ARKEOLOJİ ROTASI
İlk inşası MÖ 2’nci bine uzanan, Büyük İskender ve Kanuni Sultan Süleyman dönemlerinde yenilenen Marmaris Kalesi’nden başlayan yolculuğumuz, Bozburun Yarımadası’nın manzaralı yamaçlarına uzanıyor.
İlk inşası MÖ 2’nci bine uzanan, Büyük İskender ve Kanuni Sultan Süleyman dönemlerinde yenilenen Mwarmaris Kalesi’nden başlayan yolculuğumuz, Bozburun Yarımadası’nın manzaralı yamaçlarına uzanıyor.
Buza kesmiş şehirlere inat, ılık geçen kışın ardından gelen şubat ayı, Marmaris’te keyif zamanıdır. Yaz kalabalıklarından uzak böylesi anlarda Marmaris size, sıklıkla gözden kaçırılan zengin bir tarihsel yolculuk vadeder. Biz de erken ilkbaharın kendini iyiden iyiye hissettirdiği bugünlerde, Marmaris’i zenginleştiren antik kalıntıların izini sürmeye karar veriyoruz. Hayatının 30 yılını İstanbul’da geçirmiş, bir buçuk yıllık çiçeği burnunda bir Marmarisli olarak bölgenin doğal güzelliklerden ibaret olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Öyle ki Karialılardan Büyük İskender’e, Roma’dan Osmanlı’ya dek önemli bir liman yerleşimi olan Marmaris ve yakın çevresinde tam 12 farklı antik kentin izleri bulunuyor. Halikarnaslı (Bodrumlu) Antik Çağ tarihçisi Heredot’un aktardığına göre MÖ 3’üncü binde Marmaris’te uygarlık vardı. Gelin, bu tarih yolculuğuna birlikte çıkalım.
Endülüs bahçeleri gibi…
Dalaman Havalimanı’na bir saat mesafedeki Marmaris’te arkeoloji rotamız Kaleiçi’nde başlıyor. Restore edilerek yepyeni bir çehreye kavuşan Kaleiçi, tarih kokan dar sokakları, hediyelik eşya dükkânları, kafe ve restoranlarıyla Ege’nin en güzel mahallelerinden birine dönüşüyor. 1789 tarihli Eski Camii’yi geride bırakıp kaleye çıkan yolu takip ettiğimizde sağ tarafta karşımıza çıkan kervansaray, Kanuni Sultan Süleyman’ın annesi Hafsa Sultan adına yaptırılmış. Kitabesinde 1545 tarihi okunan kervansaray, Marmaris’in tek anıtsal yapısı, yörenin ise sayılı anıtsal yapılarından biri. Beyaz badanalı evleri ve dar sokaklarıyla bir labirenti andıran Kaleiçi tepesinin üzerinde Marmaris Kalesi yükseliyor. Yüksek surlarla çevrili kalenin kemerli kapısı, Endülüs bahçelerini anımsatan göz kamaştırıcı bir iç avluya açılıyor. Masmavi gökyüzüne doğru uzayıp giden
zarif palmiyelerin süslediği bahçenin dört bir yanı tarihî eserlerle dolu: Osmanlı döneminden kalma mezar taşları, antik heykeller, dev gemi çapaları, sütun başları, kaideler ve daha neler neler! Marmaris Kalesi ile ilgili en önemli yazılı kaynak, 19’uncu yüzyılın mimar ve arkeologlarından Charles Texier’in metinleri. Fransız seyyah, eski adı Physkos olan Marmaris’te, surları dağlara kadar uzanan bir kale olduğunu, bu surların tarihinin Antik Çağ’a kadar indiğini yazıyor. Bugün kalenin dehlizlerinde saklı dört salonda hizmet veren Arkeoloji Müzesi’nde ise tam anlamıyla bir hazine saklı: Burada sergilenen antik kandiller, sikkeler, cam eserler, büstler, steller, lahit çeşitleri ve çanak çömlekler Knidos, Burgaz, Hisarönü ve Loryma kazılarında ortaya çıkarılmış. Müzede sergilenen Helenistik, Roma ve Bizans dönemlerine ait eserler arasında en çarpıcı olanlar, dünyaca ünlü Knidos aslanının öncülü diyebileceğimiz heykelcikler ve Marmaris’in köklü denizcilik geçmişine işaret eden amfora koleksiyonu bana sorarsanız.
Rodos’a karşı
16’ncı yüzyılda Rodos’u fethetmek için bölgeye gelen Sultan Süleyman’ın izini süren Kanuni Yolu’nun önemli bir bölümüne ev sahipliği yapan Marmaris’i geride bırakıyoruz. Civardaki antik kentler arasında ilk durağımız, Amos. İçmeler-Turunç güzergâhında yaklaşık 20 dakikalık keyifli bir seyahatle ulaşılan Amos, Karia Yolu üzerinde yer alıyor. Kumlubük koyunun kuzeybatısında, sarp bir tepe üzerindeki antik yerleşimde tiyatro, tapınak ve bazı heykel kaideleri görülebiliyor. Tarihte Rodos Karşıyaka’sı olarak bilinen bu yerde, ağaçların
arasına dağılmış pek çok yapı kalıntısını ayırt etmek mümkün. Birkaç yıl önce bakıma alınarak içerisinde yürüyüş parkuru oluşturulan Amos, panoramik seyir teraslarıyla ziyaretçilerini etkiliyor. Amos’tan sonra Marmaris’in Ege Denizi’ne kulaç atmış iki kolundan biri olan Bozburun Yarımadası istikametinde yollardayız. Burada trafikten eser yok. Tek tük geçip giden otomobiller sessizliği bozmaya yetmiyor. Ayrıca yoldan geçmeye çalışan kaplumbağalar ve önümüze pike yapan acemi serçeler de eksik olmuyor. Bozburun sapağına dönüp Karia uygarlığına ait Erine kentinin kalıntıları üzerine kurulu Hisarönü’nden geçerek Orhaniye’ye doğru devam ediyoruz. Yolun sağ tarafında otel ve restoranlar, hemen yanında da deniz uzanıyor. Uçsuz bucaksız mavilikte beyaz birer kuğu gibi süzülen yelkenliler ise yarımadanın el değmemiş koylarına gidiyor. Orhaniye sınırları içinde, köye varmadan önce sol kolda dar bir orman yolundan tırmanılarak Bybassos’a ulaşılıyor. Bybassos ile biraz daha kuzeyde, Hisarönü’ne daha yakın bir yerde kurulmuş Kastabos antik kentleri, MÖ 5’inci yüzyılda bölgenin önemli yerleşim alanlarıymış. Bugüne bu kentlerden az sayıda yapının kalıntısı ulaşmış olsa da doğanın ve manzaraların tadını çıkarmak için buralara gelmeye değer.
Anadolu piramidine doğru
Denize yayılan yeşil tepelerin sarmaladığı dar bir vadinin koynunda kurulu Orhaniye, Ege’nin Anadolu kıyılarını Akdeniz’e terk ettiği Hisarönü Körfezi’ne açılan küçük koyu ile aşağılarda bizi çağırıyor. Kıyının biraz açığında, koyun bağrına kızıl kumdan yapılmış bir parmak gibi uzanan Kızkumu ise kış güneşinin altında parıldıyor.
Ayrıca koyun ortasında bir ada ve adanın tepesinde de kale kalıntıları var. Kalenin, Bybassos antik kentine ait olduğu düşünülüyor. Tarihi MÖ 3’üncü yüzyıla uzanan Orhaniye, iki mahalleden oluşan eski bir Rum köyü. Köyün Bizans döneminden kalma kilisesi, günümüzde marinanın bitişiğindeki turistik tesisin içinde yer alıyor. Bir sonraki durağımız, şelaleleri ve el dokuması halılarıyla ünlü Turgut köyü oluyor. Köyün merkezine üç kilometre uzaklıktaki Hydas kentinin kalıntılarına dik bir patikayı tırmanarak ya da altı yüksek bir araçla ulaşabilirsiniz. Hydas’ın akropolü, denizden 270 metre yükseğe kurulmuş. Yoğun bitki örtüsünün bir bölümünü gizlediği kalıntılar arasında kent kapıları, kale duvarları ve sarnıç bulunuyor. Yörede “Turgut Kalesi” olarak anılan akropolün kuzeyinde, vadi tabanından yaklaşık 40 metre yukarıdaki kayalık üzerinde, Anadolu’da benzeri bulunmayan piramit çatılı bir mezar odası dikkat çekiyor. Bu sıra dışı mezarda bulunan bir yazıttan yola çıkılarak, MÖ 4’üncü-3’üncü yüzyıllara tarihlenen yapının Diagoras adlı bir savaşçı için yapıldığı düşünülüyor. Bölgede araştırmalar yapan Alman arkeolog Mathias Benter, buradaki kalıntıların yoğunlukla Klasik ve Helenistik dönemden kaldığını, Bizans dönemine ait yapılara da rastlandığını belirtiyor.
Loryma’nın gizemi
Bozburun’a yaklaştıkça engebeli hâle gelen arazide, bodur çalılarla kaplı tepeler artıyor. Ege kıyılarının özelliği olan girinti ve çıkıntılar, buraya da hâkim. Yarımadanın doğu kıyıları yerleşime daha az açılmış. Peş peşe sıralanarak keyifli
bir seyirlik sunan koyları izlerken, otomobilimizin radyosunu açarak manzaraları taçlandırıyorum. Radyo istasyonlarının çoğunda, karşı kıyılardan kopup gelen Rumca şarkılar... Ne de olsa Symi ve Rodos karşımızda. Güzeller güzeli Selimiye ve Bozburun gibi sahil köylerini geride bıraktıktan sonra yarımadanın ucundaki son yerleşim olan Taşlıca’ya ulaşıyoruz. “Karia Yolu” kitabının yazarlarından, arkeolog Yunus Özdemir’in söylediğine göre Phoenix antik kentinin kalıntılarına ev sahipliği yapan Taşlıca’daki akropolis, Asar Tepe’de bulunuyor. Ayrıca köy ile Asar Tepe’nin ortasında kentin agorası, tepeye çıkarken oldukça iyi durumda bir yapı kalıntısı ve ardından kentin ana nekropolü görülebiliyor. Köyün iskelesi konumundaki Serçe Limanı ise Taşlıca’nın el değmemiş köşesi. İncir ve keçiboynuzu ağaçları devleşmiş. Köyün altındaki düzlükte kadınlar, 30-40 kadar tarihî kuyudan su çekip eşeklerle evlerine taşıyor.
Eski yerleşim alanı, biraz daha ileride. Yamaca yayılmış onlarca ev Fethiye’deki terk edilmiş Rum yerleşimi Kayaköy’ü anımsatıyor. Yolun ucu, Marmaris’in en güzel koylarından biri olan Serçe Limanı’na çıkıyor. Buradan kiralanabilecek bir tekne ile Loryma antik kentine gidiliyor. Turumuzun son durağı olan ve Bozukkale olarak da bilinen arkeolojik alana yaklaşınca kale duvarları görülüyor ilkin. MÖ 8’inci yüzyılda kurulan, varlığını deniz ticaretiyle sağlamış Loryma, Rodos’un kontrolüne girerek asırlara göğüs germiş. Tıpkı benim yaptığım gibi, buradan görülen muhteşem manzaranın sefasını sürerek…