Ürkerek Yeniden; Bir Sosyal Donatı Olarak Dini Yapı...
Güven Arif Sargın Türkiye bağlamında kendisini yakın zamana kadar seküler siyasetin önemli bir ajanı olarak gören Türkiye akademyasının ve onun üretimi mimar-öznenin, dini yapılara bir tasarım sorunsalından çok tasarım ve/veya mimarlık tarihinin nesneler dünyasını yapan arketiplerden birisi olarak yaklaştığı kısmen de olsa savlanabilir. Bu tür bir yaklaşımın ardında, kendi mecrasında dahi sorunlar barındıran ve özellikle günümüz koşulları altında, neredeyse tehlike arz eden bu tür bir derin mevzunun, keskinleşmiş reelsiyaset ve onun semboller dünyasını tahkim edeceğine dair içkin bir endişenin ve dolayısıyla belirsizliğin yattığı ileri sürülebilir -bu önermemi tersinden okumak ve dolayısıyla, ideolojik tercihlerimiz doğrultusunda tahkimatı kuvvetlendirecek bir mimari üretimi öncelikli gören siyasi iktidarın varolduğunu da kabul etmek kaydıyla. Kısacası, dini yapılara yönelik akademik faaliyetin bir tarih ve/veya koruma güzellemesinin ötesine geçemediği ve/veya yukarıda değindiğim türden bir ideolojik tahkimatın basmakalıp retoriğinin dışına çıkamayan kısır bir döngüsünün olduğu hepimizin malumu; tasarım eğitimi süresince konut, otel, kültür-evi benzeri arketiplere yoğunlaşan ve fakat dini yapı üretimi süreç ve yöntemlerini analitik bir süzgeçten geçirerek tasarım sorunsalına dönüştürmeye imtina eden kurumsal yapıyı, akademik ve pratik bağlamında, kemikleşmiş bir biçimde yenidenüretiyor olabiliriz. Öte yandan hepimiz biliyoruz ki, dini yapının kendisi de, mimarlık ve planlama tekniğinin yavan ağzıyla, “sosyal bir donatı” ve toplumsal dinamikler, sosyal ve kültürel doku ve kodlara bağlı olarak, zaman-mekansal bir muhteviyatla gündelik hayatımızın içinde; ve her sosyal donatı gibi, ve tabii modernitenin bize bahşettiği eleştirel akıl vasıtasıyla, hesabı-kitabı, ölçülebilirliği, nesnelliği ve nedenselliği var. Salt bu baptan bakıldığında bile, seküler akıl yürütme ile inanç arasında süregelen ve şiddeti zamana ve yere/coğrafyaya bağlı gerilimi değerlendirebilmek olası -nitekim, son 50 yıllık yakın dönem tarihimize baktığımızda, tam da bu noktadan hareket eden ve yaratıcı kapasitemizi harekete geçiren öncül mimari örneklerin olduğunu da biliyoruz. Modernitenin eleştirel aklı ve seküler toplumsallığı, bireye ve bireysel tercihlere karşı keskin bir duruşu -köktenci bir reddiyeyi- barındırmaz. Modernite tam tersine, bedenin mikroözgürlük alanından kolektif bedene, dolayısıyla egaliteryan, demokratik alana geçişinin, bir diğer deyişle, hem bireysel hem de kolektif özgürleşme süreçlerinin güvencesidir. Kendi içinde paradoksal görünen bu duruma dair, dolayısıyla, daha derinlemesine tahlillerin yapılması gerektiği ise ortada. Özetle, ikonlaştırma, putlaştırma ve/veya tabulaştırma, şeyleştirme/metalaştırma benzeri kavramsal setlerimizi -referansını nereden alırsa alsın- unutmadan yeniden asli tartışmamıza dönmek ve sosyal donatıların baskıcı vasıtalara dönüşmeden/dönüştürülmeden mimari pratiğin bir sorunsalı olduğunu kabul etmek, belki de yukarıda özetlemeye çalıştığım ve bir tür paradoks gibi görünen duruma karşı yeni açılımları ihtiva edebilecek konumda.
Buraya kadar zihin akışı yöntemiyle paylaştığım pozisyonumu bir tür özeleştiri olarak görebilirsiniz -her ne kadar, modernitenin bireye bahşettiği özgürleşme (emancipation) sürecine bağıl bir okumayı, önemli bir alt-metin olarak kabul etsem de. Öte yandan, tam da bu noktada, “hırsızın hiç mi suçu yok?” mealinde bir soruyla ilerlemeyi uygun görüyorum: Yukarıda, kısaca değindiğim türden bir baskı unsuruna dönüşme tehdidini görmezden gelen ve dolayısıyla akademya ile mimari pratiği doğrudan suçlayıcı bir okumanın hem kolaycılığa kaçan hem de olası tüm tehdit formlarını tahkim eden bir retoriğe saplanıp kalacağından korkuyorum. Dini yapılar, dolayısıyla kurumsallaşmış ve zaman ve mekanda katılaşmış inanç pratiklerinin cismani dışavurumları, özgürleşerek kolektif bedeni inşa eden bireyin önündeki en önemli engel olabiliyor
-kendi içine sıkışmış formasyonları ve ikonografyası ile değişimi reddedebilen bir ideolojik yapılanmayla. Burada ideoloji tartışmasına dair ayrıntıda bir değerlendirme yapmak doğru olmayabilir; ancak, salt yanılsamalı bir görüntü olduğunu önceleyen, biraz eski nesil ideoloji tartışmalarına başat yeni anahtar sözcüklerimizin olduğunu da biliyoruz: Klasik anlamda efendi-köle ilişkisini gündelik hayatta her seferinde yeniden-üreten nesnel koşulların salt algısal bozukluklardan değil de, şiddet ve şiddetin görünür aygıtları kadar rızayı ihtiva eden hegemonik ilişkilerden de feyz aldığının bilgisi artık dağarcığımızda. Bu nedenle, hegemonik toplumsal ilişkilerimiz bağlamında mimari üretim pratiklerini örgütleyen ve üst-yapıyı kuran sosyal ilişkilerin ajanlarına da bakmak her daim yerinde olacaktır; bu noktada, mimar-özne sıfatıyla hegemonyaya dair sözümüzün ve eylemimizin, mümkünse üst-üste çakışarak, inşa edilmesinde yarar olduğuna dair bir paylaşımda bulunduğumu özellikle belirtmek istiyorum. Öte yandan bir kez daha anımsatmak isterim ki, devletten baskıcı ideolojik aygıtlarından, dini pratiklerimizi örgütleyerek (düzenleyerek ve yeri geldiğinde kitleyi baskılayarak) içtimai hayatımızı biçimlendirmeye çalışan dini kurumsallaşmaların söylemsel formasyon ve pratiklerini de yabana atmamak gerekiyor: Örneğin, yeri geldiğinde, mikro-siyasetin dar kalıplarıyla biteviye zuhur ettiği cemaat pratiklerinde dini yapının nasıl olması gerektiğine dair keskin görüş ve yaptırımların olduğunu biliyoruz. Özetle, seküler akademya ve seküler mimar-öznenin tehdit algısıyla sütre gerisinde kendisini yeniden konumlandırdığı, özellikle son çeyrek içinde, sözü edilen boşluğun muhafazakar tarihsel blok tarafından süratle doldurulmaya başlandığı bir gerçek. Sözü edilen bu dönemde, arketipleri peşinen kabul eden ve üstelik işaretler, semboller ve metaforlarla bezeli tüm bu arketipleri değiştirilmesi dahi teklif edilemez “Tanrı” buyruğu gibi gören sözü edilen tarihsel blok ve onun ideolojik söylem ve aparatları, mimar-öznenin seküler aklını sistemin dışına iten, kendisini etkisiz kılan ve yeri geldiğinde onu adeta medeni ölüme terk eden iktidarı kuvvetle işlevsel kılabiliyor. Burada sözünü ettiğim durumun, özellikle son 10 yıllık dönem içinde ciddi anlamda
seküler mimarlık pratiğini kadük edecek içerik, boyut ve şiddette eriştiğinin de kayıt altına alınması gerekir -daha önceki metinlerimde, muhafazakar tarihsel blok ile küresel üretim rejiminin nasıl üstüste çakıştığına dair de sözüm olmuştudolayısıyla, kapitalizme içkin çelişkileri de unutmamamız gerektiğine inanıyorum.
Metnimin giriş paragrafında seküler akıl yürütme ile inanç arasında süregelen ve şiddeti zamana ve coğrafyaya bağlı gerilime, yaratıcı kapasitemizi harekete geçiren mimari örnekler vasıtasıyla yanıtlar üretildiğini de söylemiştim. Dolayısıyla akıl yürütmeme bu minvalde devam etmek isterim: Ancak 1950 sonrası dönemde, yani muhafazakar tarihsel bloğun yeniden merkeze doğru savrulmaya başladığı siyasi koşullar altında üretilen ve aslında, anıtsal öykünmeleri, tarihsel referansları eklektik biçimde kullanan ve “kitsch”e dönüşmeyi neredeyse peşinen kabul eden örneklerden bahsetmiyorum - örneğin, Ankara Kocatepe Camisi’nin kısa hikayesi bile, Vedat Dalokay’ın kemiklerini her seferinde yeniden sızlatacak kadar yoğun büyük talihsizlikleri, hadi adını koyalım, katı ideolojik tercihleri cismanileştiriyor. Bütün bu gelişmelere karşın, seküler aklın mimari pratiklerinin de Türkiye coğrafyasında sayısı yadsınamayacak denli bir büyüklükte yer bulduğuna tanıklık ettik -TBMM Camisi gibi.
Birinci grupta kümelenen dini yapıların, ikonlaştırma, putlaştırma ve/veya tabulaştırma, şeyleştirme/metalaştırma tartışmasına teşne olacak ve değirmenine su taşıyacak malzemeleri içerdiği katıksız bir gerçek. Dolayısıyla, bizleri hem metalaşma -kapitalist örüntünün mekansallaşmasına başat- hem de putlaştırma -katı ikonografik ve formal anaakım uygulamalara başat- tehdidinden bertaraf edecek mimari pratikleri göreve çağırmakla yükümlüyüz. Ancak bunun gittikçe ağırlaşan koşullar altında hangi yol-yordamla cereyan edeceği, bu tür özerk ve özgürleşmiş bir alanı nasıl inşa edeceğimiz ise meçhul; belki de, daha önceki metinlerimde yer verdiğim gibi, mimar özneye atfedilen sıfata ve mimari pratiğin siyasi muhteviyatına dair sözümüzün olması gerekiyor -üstelik, mimarlık etiği/meslek etiği tartışmalarının dar ve dile pelesenk olmuş retoriğinden süratle uzaklaşmak ve belki de, temel ahlaki kabullerimizi yeniden gözden geçirmek kaydıyla.
Kabul etmek gerekir ki, seküler eleştirel akıl ve saf inanç arasındaki gerilim, 1990’larda çok ciddi bir kırılmaya uğradı ve biraz önce söylediğim türden de önemli bir dönüşüm geçirdi: Artık, neredeyse önlenemez bir şiddet içeren bu yeni durumun, 1950, 1960, 1970 ve nihayetinde 1980’de yaşadığımız toplumsal kırılmalardan da beslendiğini biliyoruz. Öte yandan, sözünü ettiğimiz bu son kırılmayla birlikte, şiddetin hızı ve ivmesinin arttığını teyit etmeliyiz -özetle, mesleki perspektiften ve seküler mimari pratiğin normlarından baktığımızda, çok daha fazla savrulmaya başladığımızı ve aynı nispette yaratıcı kapasitemizin törpülendiğini iddia edebiliriz. Üstelik bu gelişmenin, metnin temasını yapan mimari arketip bağlamında da çok keskin sonuçlar ürettiğini, süratle yaparak ve yıkarak kendisine gündelik hayatımızda çok daha fazla yer edindiğini belirtmekle yükümlüyüz. Sol literatürde yer alan, her daim yıkarak yapmanın ekonomi-politik bir tartışma ihtiva ettiğini kayda geçirmek kaydıyla; aslında yapma ve yıkmanın ideolojik bir çatışmayı da yenidenürettiğini kabul etmemiz gerekiyor. Sözlerimi şöyle bitireyim: Yukarıda yer verdiğim muhafazakar tarihsel bloğun “alaturka bir modernleşme pratiği” sözkonusu. Yeni sermayedar sınıf bürokratik elitle bir tür ittifak kurarak, söylemleri modernist, ama pratikleri bağlamında kendi referanslarına içkin bir muhafazakar ve yeri geldiğinde
İslamcı bir fıtrat ile hareket ediyor -çok bildik ve fakat aynı nispette keskin ideolojik kodlara dayanarak. İnşai standartlarımızın Batıcı modernitenin tahayyül ettiği biçimde yapılandırıldığı bir gerçek; öte yandan, bunun geri planında yer alan kültürel ve ideolojik kodların, ilginç bir çelişkiye de işaret ettiğini hesaba katmamız gerekiyor. Kendi sözcükleriyle, modern şehirleşmenin ve içtimai hayatın pratikleri sözkonusuyken, aynı nispette, sözü edilen ideolojik kodlar bir tür “ahlakı” yeniden-üreten bir niteliğe de haiz. İktidar sahipleri ve yeni burjuvaziye göre her şey yerli ve milli olmalı; ve tabii, tüm ahlaki normlar alaturka kodlara dayanmak zorunda -üstelik kıymeti kendinden menkul bir biçimde. Salt bu nedenle bile, sözü edilen mimari üretimin ideolojik olduğu kadar teknokratik bir kısırlığa da gömüldüğü ve Türkiye’ye özgü bir açmazı sabitlediği yorumuyla, sözlerimi sonlandırmak isterim.