KAPAK KONUSU 3 GÜN 47 KONSER
Londra'nın havası malum, fakat o sabah gözünü alan güneşle uyandı. Gökyüzü masmavi olmasa da, ufak pofuduk bulutlarla anlam kazanmaya başlamıştı. O gün yağmur yoktu, olmayacaktı. Yatakta doğruldu. Boynunu tuttu; yine ters yatmıştı belli ki... Kalktı, yorganı üzerinden attı. Camın önünde duran küçük ama ihtişamlı çalışma masasında duran dizüstü bilgisayarını kaldırıp açtı. “Diling dülünk!” Sanki hiç kapanmamışçasına heyecanla açıldı bilgisayar. Üzerinde çalıştığı rapor hâlâ orada duruyordu. Akşam ona ekip asistanı Meltem eşlik etmişti. Yo hayır! Sadece çalıştılar... Gerçekten. Toplantı için direkt ofiste buluşacaklardı.
“Off bugün sunum var! Üstüne üstlük 4 farklı toplantıya gireceğim” diye hayıflandı Can. Hızlıca bir duşa girdi. Kahvaltı etmeye niyeti yoktu. Küçük bir otelde, oda servisini çağıracak da değildi. Fakat dur bir dakika! Otuz dakika içinde toplantıda olması gerekiyordu; kahvaltıya vakti yoktu. “Abi koca adam oldun, hâlâ mideni doldurmadan şurdan şuraya gidemiyorsun...” Biriyle konuşur gibi sesli söyleniyordu bir de. Bunları sesli düşünürken takım elbisesini giymişti bile. Kravatını boynuna bağlamadan öylece asıp dışarı çıktı. Asansör geldi; bekleyen iki kişi daha vardı: “Tutun lütfen!”
Bütün gece çalışmış biri için fazla dinç, neşeli ve canlı hissediyordu. Söylenmesi mi... Onu önemsemeyin. Can'ın olayı buydu. Söylenirdi. Otelin önüne yanaşan şirket arabasına atladığı gibi – hem de sağdan – yola koyuldu. “Sağda direksiyon da nedir ya?” Bilin bakalım bunu kim söylüyor; tabii Can. Radyoyu yüksek seste açtı; galiba XFM. Eşlik ettiği,
90'lı yıllardan tatlı bir Britpop şarkısı. Gökdelenlerle dolu iş merkezine geldiğinde rahatlamış gibiydi sanki. Bunu şöyle anlatabiliriz... Hani ateşböcekleri ışığa üşüşür; ya da vampirler karanlığa gömülür, rahatlar. Tamam tamam, lüzumsuz benzetmeler yapmıyorum. Can böyle bir adamdı; işiyle var olan, mesleğiyle böbürlenmeyi seven, rakam cambazı ama aşırı sosyal olmasıyla da övünen tatlı bir 35'likti. Derin bir nefes aldı arabadan inince. “Toplantıya daha 15 dakika var. Kahvaltıya vakit kaldı.”
Binanın köşesindeki sandviççi den aşırı sağlıklı bir seçim yaptı ve tabii ki yanına smoothie. Eveeet, Can smoothie içiyor. Dostları ve iş arkadaşlarıyla bir araya geldiğinde de, şayet gündüzse, sürekli bu seçimi yapardı. Onun alametifarikası gibi olması hoşuna giderdi. Karnı da doydu. Doğru yukarı çıktı. Hazırladığı raporu birbir aklından geçirdi. Her şeye hazırlıklıydı. Bir markanın ülke yöneticisi olarak satışların ne kadar iyi gittiğini anlatacaktı merkez ofisteki ağabeylerine.
Geniş, aydınlık, yerlere kadar camları olan ve fakat soğuk dekore edilmiş toplantı odasına tüm özgüveniyle daldı. O ne! Tüm ağabeyler gelmişti. Hepsi yerleşmiş, masalarında oturuyorlardı.
Can odaya girdiğinde sanki toplu bir ses oldu ve herkes ona baktı. “Herkese Günaydın!” İstifini bozmadan geçip masaya oturarak çantasını masaya koydu. “Erken geldilerse, hazırlanmamı bekleyecekler.” Diyerek dizüstü bilgisayarını çantasından çıkarmak için yaptığı hamle boşa düştü. Elini uzattığı yerde hiçbir şey yok. Okkalı bir küfür çıktı ağzından ama tam da çıkmadan kendi içinde yankılandı. “Nerede bu kız!? Bari bilgisayarımı getirsin!” “Buradayım Can Bey. Akşam konuşmuştuk. Sabah uğrayıp sizi alacaktım, buraya gelecektik. Siz bensiz gelmişsiniz; bir de bilgisayarsız – onu göstererek – biz unutulanlar, bir taksiye atlayıp geldik.” Can gülümsedi. “Dün gece ekip arkadaşım Meltem ile size az sonra yapacağımız sunumu hazırladık. Neden seni dinlemiyoruz?” – Bilmem, neden dinlemiyoruz Meltem'i? – Genç ve başarılı kadın sunumuna mutluluk ve heyecanla başladı.
Can düşündü; “Sahi, bu kadar ağabey ne yapıyoruz biz bu odada?”