Antroposen: “yeni” jeolojik çağımız?
Eray Çaylı | Küresel ısınma, iklim değişikliği ve çevresel afetler, kentleri ve mimarlığı biçimlendirenlerin dil ve zihinlerini son yıllarda en fazla meşgul eden olgular haline gelmiş durumda. Bu olgulara dair tartışmaları tek bir çatı altında toplayan yeni bir üst kavram olarak ise, özellikle Anglosakson dünyada ve Kıta Avrupası’nda, “Antroposen” (antropocene) ön plana çıkmakta. Antroposen, Yunanca’da insan anlamına gelen antropos kelimesine jeolojik çağları imleyen -cene ekinin eklenmesiyle elde edilen bir terim. Yani, terimi -etimolojisinin de işaret ettiği üzere- “İnsan Çağı” olarak Türkçeleştirmek mümkün. Peki, Antroposen ne kadar yeni bir kavram ya da ekolojinin mekânsal ve mimari politikasına dair ne gibi yeni tahayyülleri tetikliyor olabilir? Gelin, bu soruları Antroposen’in öncülleri ve tetiklediği tartışmalar kapsamında sosyal bilimciler tarafından geliştirilen bir dizi kavram üzerinden tartışalım.
antroposen’in öncülleri
Antroposen, esasen, 2000’li yılların başında geliştirilen bilimsel bir tez kapsamında ortaya atılan bir kavram. Paul Crutzen önderliğindeki bir grup pozitif bilimcinin imzasını taşıyan bu teze göre, gezegenin işleyişi ve fiziki yapısı üzerindeki en belirleyici etken uzun bir süredir “insanlık.” İçerisinde bulunduğumuz jeolojik çağa “İnsan Çağı” denmesi bu nedenle öneriliyor. Aslında, Antroposen, insanlığın gezegen üzerindeki belirleyiciliğini kavramsallaştırma niyetiyle türetilmiş ilk terim değil. Öncülleri arasında 1873’te İtalyan jeolog Stoppani’nin ortaya attığı “Antropozoik” ve Rus jeolog Pavlov’un 1919’da önerdiği “Antropojen çağı” yer alıyor. Ayrıca, 1879’da Amerikan jeolog Joseph LeConte’un önerdiği “Psikozoik” ve 1927’de Fransız felsefeci Édouard Louis Emmanuel Julien Le Roy’un Rus mineralbilimci Vladimir Vernadsky’den ödünç alarak kullandığı ve cansız Jeosfer ve canlı Biyosfer’den sonra insan düşüncesinden mürekkep bir jeolojik katmanı imlemek üzere türetilmiş Noosfer’i de akraba öncüller olarak burada anmak gerekir.
Bu öncülleri burada niye anıyorum? Niyetim Antroposen’in yeniliğine halel getirmek değil, kavramın tam olarak ne açıdan yeni olduğunun daha isabetli bir muhakemesini yapabilmek. Bunu yapmaya da yukarıda andığım dört öncül kavramın geliştirildikleri tarihlere bakarak başlayabiliriz. Söz konusu tarihler, 19. yüzyılın son çeyreği ile 20. yüzyılın ilk çeyreğini kapsayan elli yıllık döneme işaret ediyor. Peki, aynı döneme küresel ölçekte damga vuran olgular neler? Sanayileşme ve sömürgecilik. Her iki olgu da o ana dek benzeri görülmemiş bir ivmeyi söz konusu dönemde kazanıyor ve çoğu kez birlikte de iş görerek dünya çapında siyasi ve toplumsal hayatı belirleyen ana etkenler haline geliyorlar. Bu iki olgunun nasıl birlikte iş gördüğünü kısaca özetlemek gerekirse, sanayileşmenin 19. yüzyılda zirve yapmasına büyük katkısı olan buharlı makinenin kıtalararası yolculuklarda kullanılan gemilere de entegre edilmesinden bahsedilmeli. Sömürgecilik böylece ivme kazanırken, buharlı makinelerin kömüre olan bağımlılığı da kömür yataklarına erişmeye ve bu yataklara sahip coğrafyaların sömürüsüne dair arzuyu da tetikliyor. O halde, “insanlığın gezegene yaptığı dönüştürücü etki”yi imliyor addedilen “Antropojen,” “Antropozoik” ve benzeri kavramlar, aslında sanayileşme ve sömürgeciliğin birbirlerini körüklemek suretiyle belirleyici etki yaptığı bir tarihsel bağlamın ortaya çıkardığı sonuçlara tepki olarak üretiliyor da denebilir.
Peki, Antroposen, kavramsal öncüllerinin işaret ettiği tarihsel bağlamın ne kadar farkında? Bu soruyu tartışmaya başlamadan önce, Antroposen’i ilk olarak 2000 yılındaki bir konferansta ortaya atan Crutzen’in de, kavramı
2002’de yine Crutzen liderliğinde geliştirdikleri bilimsel tezin odağına yerleştiren ekibin de müspet bilimciler olduklarını belirtmek gerekli. Kavramların toplumsal ve siyasi açıdan barındırdıkları tahayyül ve tarihsel tutarlılıklarının, Crutzen gibilerinden ziyade sosyal bilimcilerin sorumluluk alanına girdiğini söylemek herhalde yanlış olmayacaktır. Ne mutlu ki, Antroposen ve konu olduğu tez her ne kadar müspet bilim dünyası tarafından henüz yüzde yüz kabul görmüş olmasa da, 2002’den bu yana sosyal bilimlerde epey genişçe bir literatüre ilham olmuş durumda. Bu nedenle, Antroposen’in, kavramsal öncüllerinin işaret ettiği tarihsel bağlamın ne denli farkında olup olmadığı sorusunu son yıllarda sosyal bilimciler arasında tetiklediği tartışmalar kapsamında geliştirilen bir dizi kavram üzerinden tartışmak daha faydalı olabilir.
masum değiliz hiçbirimiz: antroposen ve ktulusen (chthulucene)
Son yıllarda Antroposen terimi etrafında şekillenmekte olan literatürün büyük kısmı, terimin altında yatan kavramsal tahayyülü sorgulamaksızın, gezegene yapılan belirleyici etkinin öznesinin “insanlık” olduğu ön kabulüyle hareket ediyor. Bu yaklaşımı temsil eden eserlerde, sıklıkla birinci çoğul şahsa dair zamir ve kipler kullanılıyor. Bir diğer deyişle, örneğin küresel ısınma ve iklim değişikliğinden söz ederken, ilgili meselelerin başlıca müsebbibi olan fosil yakıtları üreten ve geniş kitlelerce kullanımını destekleyenler gibi zümrelere dikkat çekmek yerine, adına “insanoğlu” denen muğlak ve oldukça geniş kitlenin suçlu olduğu ima ediliyor. Elbette, bu ima çoğu kez iyi niyetle yapılıyor. Örneğin, Antroposen esinli yeni bir terim olarak Donna Haraway’in ortaya attığı Ktulusen (Chthulucene), mitolojide yerin üstünde değil altında yaşayan tanrıların ikametgahını imleyen chthonic sıfatından ilhamla insanlığın kendini doğanın üzerinde görmektense onunla ahenk içinde yaşadığı bir “türlerarası eşitlik” düzenini tahayyül ettirebilmeyi hedefliyor. Ancak -şayet, cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşeliyse- sorunun öznesi olarak “insanlık” ya da “insanoğlu” gibi muğ-
lak kategorileri işaret eden yaklaşımlarla karşı karşıya kalındığında durup bir düşünmek gerekiyor -her ne kadar, küresel ısınma ve iklim değişikliği “insanoğlu” benzeri eril bir referansın kullanılmasını haklı çıkartabilecek nadir durumlardan olsa da! “Masum değiliz hiçbirimiz” şiarıyla hareket ettiği söylenebilecek bu yaklaşımlar, Antroposen’e konu olan olgu ve meselelerin suçlu ve sorumlularını bilerek veya bilmeyerek müphemleştirme etkisi yapabiliyor. Zira “insan” ile “doğa” ilişkisini yeniden ve daha eşitlikçi bir şekilde kurma hedefi, bu ilişkinin iki muhatabını da kendi içlerinde homojen birer kategori olarak algılayan bir ön kabule dayanıyor. Oysa biliyoruz ki söz konusu iki kategori de bundan çok daha fazlası; özellikle, adına “insan” denilen kategori aslında sınıf, toplumsal cinsiyet, ırk ve benzeri bir dizi eksende vuku bulan çelişki ve çatışmaları barındırmakta. Eşitlikçi bir siyasi ve toplumsal tahayyül elbette bu çelişki ve çatışmaları gidermeyi hedefleyebilir. Ancak, verili durumlar tahlil edilirken bu çelişki ve çatışmaların görmezden gelinmesi, karşı karşıya olunan büyük sorunların tam olarak hangi eylem ve tercihlerden kaynaklandığı sorusuna isabetli bir yanıt vermeyi zorlaştırıyor. Oysa, içinde bulunan darboğazdan çıkışın yolu, bu eylem ve tercihlerin izini sürmekten ve sorgulamalarını yapmaktan geçiyor -keza, bahsi geçen eylem ve tercihler de, herhalde, konuyu “insanlık” üzerinden ele alan terimlerin ima ettiği gibi “insan olmak” ya da “insanlık hâli” olamaz.
sınıflı, imtiyazlı, kaynaşmamış bir kitle: kapitalosen (capitalocene) + plastisen (plasticene)
Ne mutlu ki, son yıllarda, Antroposen’e konu olan sorunların tam olarak hangi pratikler tarafından üretildiği ve körüklendiğine dair kavrayışımızı kuvvetlendirme gayesi taşıyan alternatif terimlerle de karşılaşılmakta. Bu terimlerden biri, Andreas Malm ve Jason Moore gibi tarihçilerin tercih ettiği Kapitalosen (capitalocene) -bir diğer deyişle “Sermaye Çağı”. Kapitalosen’in, Antroposen’in öncülü olan terimlerin ne gibi bir tarihsel bağlamda ortaya çıktıklarına dair bir farkındalıkla geliştirildiğini söylemek mümkün. Zira Kapitalosen terimini Antroposen’e tercih eden Moore ve Malm, küresel ısınma ve iklim değişikliğinin bugün vardığı noktanın kökenini 19. yüzyıla -yani, fosil ekonomisini sanayileşme ve sömürgeciliğin arasındaki rabıtanın dayanak noktası haline getiren süreçlere- tarihliyorlar. Bu süreçlerin kökeni 18. yüzyılın sonuna yaklaşılırken buharlı makinelerin gelişmiş versiyonunun James Watt tarafından tasarlanmasına dayanıyor. Ancak en önemli dönüm noktaları arasında, 1830’larda, buharlı makinelerde kullanılan başlıca yakıt anlamında odundan kömüre geçiş yapılması yer alıyor. Zira artı değer üretimine dayanan sermayeciliğin sömürgecilik ile işbirliği içinde o ana dek benzeri görülmemiş bir ivme ile büyümesi bu dönüm noktasının akabinde gerçekleşiyor.
Kapitalosen’i Antroposen’e alternatif olarak sunanların geliştirdiği analitik eleştirel perspektif, sorgulanması gerekenin “doğa ile insan ilişkisindeki eşitsizlik” benzeri fazlaca kapsamlı bir olgudan ziyade “Avrupalı sermayedar sanayicilerin vatandaşı oldukları imparatorlukların donanmalarının yardımıyla sömürgeleştirdikleri toprakları fosil yakıtlara ulaşmak adına delik deşik etmeleri” olgusu olduğunu öneriyor. Bu şekilde anlamlandırılan Kapitalosen’in sorunsallaştırdığı tarihsel süreçlerin üzerine 20. yüzyılda bina edilmiş olan “plastiğe dayalı üretim ve tüketim”deki hızlı yükselişe dikkat çeken Plastisen (plasticene) de Malm ve Moore’unkine akraba bir terim olarak not düşülmeli. Kapitalosen ve Plastisen benzeri terimlerin önayak olduğu tespitten hareketle bugüne yol alarak, tam olarak hangi eylem ve tercihlerin Antroposen’e konu olan sorunlara sebep olduğunu belirleyebilmek ve dolayısıyla bu eylem ve tercihlerin üstleniciliğini yapanlara odaklanarak suç ve sorumluluğun “insan” addedilen o geniş kategorinin üyeleri arasında tam olarak nasıl dağıldığını kavrayabilmek mümkün olabilir.
Özetle, Antroposen gibi “yeni” addedilen her terim veya kavramın elbette bir öncülü var. Bu öncüllerin ne gibi tarihsel bağlamlarda ortaya çıktıklarına dikkatle bakmak, “yeni” ardıllarına dair daha nüanslı bir kavrayışı geliştirmemize ön ayak olabilir.