“istif”, “sınır” ve “yıkım” perspektifinde yeni türkiye kentleşmesi
“istif”, “sınır” ve “yıkım”
Emrah Altınok | Fransız felsefeci Henri Lefebvre, 1970’ler Avrupa’sının kentsel değişim süreçlerini, ekonomi-politik ve felsefi bir perspektiften analiz ettiği “Kentsel Devrim” adlı yapıtında, kentleşmeyi kapitalizmin kendisini sürekli yeniden üretmesinde (dolayısıyla “yeni” olanı üretme ve tüketme sürecinde) özel bir yere koydu. Ona göre “kapitalist sermaye birikiminin motoru ve tarihsel değişimin itici gücü, artık sanayi değil kentler”di. Bir başka ifadeyle, “kentleşme kapitalizme koşullar yaratıyor”du. Bu, kentleşmenin “kapitalist ilişkilerin bir sonucu (çıktısı)” değil, aksine “onun iç çelişkileriyle baş etmeye yarayan bir araç” olarak görülmesinin en açık ve cesaretli ifadesiydi.1
Lefebvre’in bu tezlerinin değeri ve potansiyeli bugün daha da okunaklı hâle geldi. Gerçekten de sanayileşme sürecini çoktan geride bırakmış coğrafyalarda kentler (özellikle Kopenhag gibi Kuzey Avrupa kentleri), artık sanayi kapitalizminin bir “sonucu” olarak görülmüyorlar. Bu kentler, Lefebvre’in ifade ettiği biçimde, bir “faydalanma” ya da “haz” toplumunun (society of enjoyment)2 mekânı hâline geliyorlar. Diğer taraftan, Asya, Afrika ve Latin Amerika (özellikle hızla yükselen “BRIC” ülkeleri: Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin), sanayileşme sorunuyla boğuşuyor olsalar da ekonomik dinamizmlerinin merkezine kentleşmeyi de koyuyorlar.
Buradaki son derece kritik ayrım şudur: Bugün Kuzey Avrupa’da yaşanan kent deneyimi, Lefebvre’in 1970’lerde “virtüel alan”da gördüğü kent toplumunun deneyimine epey yakın bir görünüm alırken; dünyanın geri kalanında kentler hâlâ endüstriyel “çalışma toplumu”nun (society of work)3 yığınlar hâlinde istiflendiği coğrafyalar olarak karşımıza çıkıyor.
Lefebvre’in çalışma ve faydalanma toplumlarını birbirini izleyen ve birbirinden yapısal olarak ayrılan iki farklı zaman-mekân olarak ele alışı epey açık olsa da, şu sorular hâlâ geçerli: Her iki kent ya da kentleşme deneyiminin de “kapitalizme koşullar yaratabilen” bir motor kuvvet olarak görülmesi mümkün mü? Daha da ileri gidecek olursak: Bu coğrafyalarda kentleşme, “kapitalizmin iç çelişkileriyle başetmede onarıcı ve hatta sıçratıcı bir işleve” sahip midir?
Özellikle sorulardan ikincisine bu yazının sınırları içinde tatmin edici bir yanıt üretmek güç görünüyor; ancak ilk soruya, Türkiye ve benzer profile sahip ülkeler açısından bir yanıt aramayı deneyebiliriz.
Burada şu iddia ile yola çıkacağım: Türkiye özelinde “istif”, “sınır” ve “yıkım” ile doğrudan ilişkili kentleşme deneyiminin, hem kapitalizme koşullar yaratan (kalkınmanın bir boyutuymuş gibi görünüm alan) hem de kalkınmanın “yumuşak karnı” hâline gelebilen bir deneyim olduğunu ileri süreceğim. Dolayısıyla istif, sınır ve yıkım süreçlerinin tez ve antitez diyalektiğine denk düşen “ikili bir doğası” olduğunu iddia edeceğim.
Kentleşmenin kapitalizme koşullar yaratan bir kuvvet olduğu tezi, Schumpeter’in Marksist teoriden devşirerek kullandığı “yaratıcı yıkım” (creative destruction) kavramı ile birarada ele alınmak durumunda. Kavramı “aşırı birikim” (over-accumulation) krizlerinin uzun dönemli
altyapı yatırımları aracılığıyla dönemsel olarak geciktirilmesi üzerinden yeniden işlevlendiren David Harvey,4 sermayenin yıkım ve yapım süreçleri ile mekânı defalarca yeniden organize etme yeteneğine işaret ediyor. Zira bir mekânda eskiyen kârlılığın kodları her zaman yeniden yazılmaya müsait. Mekânın yaratıcı yıkımı, bir tür sonsuz tabula rasa olarak üzerine her seferinde yeni imar kodları yazılmasını mümkün kılıyor. İşte tam bu noktada mekân, ekonominin diğer “kısıtlı kaynakları” gibi görünmüyor. Merkezi ve/veya yerel hükümetlerin kamu yönetimi, planlama ve kültür politikaları aracılığıyla “yapısal iç tutarlılığı” (structured coherence)5 tesis etmesi, sermayeye eskimiş kodların yerine yenisini yazma ve mekânı kârlı yatırım alanlarına dönüştürebilme fırsatı sunuyor.
Özellikle kârlı yatırım olanakları arayan “sermaye fazlalarının” (capital surplus) dönemsel olarak âtıl hâle geldiği her evrede, mekân yeniden ve yeniden üretiliyor. Harvey’in “mekânsal sabite” (spatial fix)6 kavramı ile çerçevesini genişlettiği bu yeniden üretim süreci gücünü, fazla sermayeyi sonsuz kez emme kapasitesine sahip bir faktör olarak görebileceğimiz mekândan alıyor. Havaalanları, limanlar, kanallar, toplu ulaşım ve iletişim ağları vb. teknik altyapı projelerine yapılan yatırımlar, üretim ve tüketim döngülerini daha verimli hâle getirme işlevlerinin yanısıra fazla sermayeyi uzun dönemli olarak emebilme özellikleriyle de kapitalizme krizle baş etme fırsatları sunuyor. Konuta ve “tüketimin kurulu ortamı” niteliğindeki diğer işlevlere yapılan yatırımlarsa hem tüketimin sürekliliğini hem de borçlanma yoluyla sisteme bağımlı hâle gelen kitlelerin siyasal desteğini garanti altına alıyor. Gerek yeni arazilerin imara açılması suretiyle, gerekse köhneyen kent çevrelerinin yenilenmesi suretiyle sermaye, o mekânın özgün avantajlarına el koyarak mekânda tekelci denetim olanakları elde ederken, siyasal otoriteler de aracısı ya da bizzat uygulayıcısı oldukları bu kentleşme modeli üzerinden popülist söylemler üretebiliyor; karşıt ideolojinin mekânsal formlarını yerle bir ederek kent yoksullarını yerinden ediyor.
Kentleşmenin kapitalizme koşullar yarattığı tezinin karşı tezi, esasen ilk tezin tarihsel koşullarının konjonktürel olarak dağılmaya başlamasıyla kendisini gösteriyor. Her kârlılık ve birikim süreci, metaların fiyatlarının artışı ve düşüşünde olduğu gibi bir “kosinüs eğrisi” çiziyor. Bir mekândaki kârlılığın eskiyen kodları, sermaye kaçışı sonrasında, arkasında her zaman yıkım ve devalüasyon bırakıyor.7 Bunun tamiri ise 2008 krizinde olduğu gibi son derece maliyetli.8
Türkiye özelinde, yasal ve kurumsal arka planı Özal döneminde tesis edilmeye başlanan neoliberal düzeneğin daha sistematik olarak işletildiği 2000 sonrası dönem, emlak ve ona bağlı finans piyasasının kârlılıklarına endekslenmiş bir modelin damgasını vurduğu dönem olarak kayıtlara geçti. Ancak bu modelin hâlâ bir “kalkınma modeli” olarak lanse edilmesi güç görünüyor. Zira büyük oranda konut üretimine (istifine) dayalı modelin gerçekçi olup olmadığı, “sular çekildikçe” daha da okunaklı hâle geliyor. 2008’de ABD’yi kasıp kavuran emlak krizinin yarattığı finansal çöküşün bir benzerini beklediğimizi iddia eden geniş bir akademik tartışma alanı var ve bu tartışmalarda ortaya atılan temel argümanlar mesnetsiz değil. Kötüye gitme eğilimi taşıyan sürecin, kentleşmeyi merkezine alan bizim gibi ekonomiler açısından temel bir belirleyicisi var; o da kalkınma ya da zenginliğin evrensel yasalarına dayanıyor.
Bir ülkede zenginliğin esas kaynağı, İngiliz felsefeci John Locke’un (1632-1704) döneminde (ve ona göre) ülkelerin kasalarında ne kadar altın ve gümüş istiflediğinden ibaretti. Ne var ki sömürgeci emperyalizmin bu yanlış bilinci 18. yüzyıl ortalarında terk edildi. Bugün de hâlâ geçerli olan evrensel yasa, zenginliğin esas kaynağının maddi ya da gayri-maddi emek gücüne dayanan meta ve bilgi üretimi olduğunu gösteriyor. Üstelik bu konuda hem liberal iktisat öğretisi (temel kaynağı: Adam Smith’in “Ulusların Zenginliği” yapıtı) hem de sosyalist öğreti (temel kaynağı: Karl Marx’ın “Kapital”i) hemfikir. Bu, kentsel mekân üretimi açısından şu anlama gelir: Üzerine yazılan imar kodları aracılığıyla bir meta olarak mekânı, sahip olduğu mutlak rant düzeyinin çok üstünde bir diferansiyel rant değeri üzerinden satışa çıkaran sermaye, aslen “harcanmış emek karşılığı olmayan” bir “soyut değer” üretmiş olur. Hem üretici hem de tüketici için bu sürecin finansal kredilere bağımlı olduğu da düşünüldüğünde, tamamen spekülatif bir ekonominin kendisinden söz ediyor hâle geliriz. Bu da kalkınmanın evrensel yasalarıyla çelişir.
Bugün Türkiye’de İstanbul ve yakın rakibi olan tüm büyük şehirler, sermaye-devlet ortaklığında üretilen mekânsal ve sosyal “sınırlarla” çevrelenmeye devam ediyor. Kamu arazileri ve ortak mülkiyetimizdeki alanlar (müştereklerimiz) bir bir çitleniyor. Mekân kullanım değeri yerine değişim değerine odaklı bir ahlakla soyut bir birim olarak çoğaltılıyor, “istif”leniyor. Ancak kalkınmanın evrensel yasalarına dayanmayan bu kentleşme sistematiği, kendi kendini ekonomik ve ekolojik açıdan “yıkım”a uğratmanın eşiğinde. 1 Neil Smith, “Foreword”, içinde: Henri Lefebvre, The Urban Revolution, University of Minnesota Press, 2003. 2 Henri Lefebvre, The Urban Revolution, University of Minnesota Press, 2003. 3 A.g.e. 4 Harvey “yaratıcı yıkım” kavramının anolojisini şu sözlerle kuruyor: “You cannot make an omelette without breaking eggs, the old adage goes, and the birth of capitalism entailed fierce and often violent episodes of creative destruction.” Detaylı inceleme için bkz. David Harvey, The New Imperialism, Oxford University Press, New York, s. 162, 2003. 5 A.g.e., s. 102. 6 A.g.e., s. 116-120. 7 A.g.e., s. 76, s. 206. 8 ABD’de 2008’de yaşanan Mortgage kriziyle ilgili detaylı bir inceleme için bkz. Peter Marcuse, “A Critical Approach to Solving the Housing Problem”, içinde: Neil Brenner (Ed.), Peter Marcuse (Ed.), Margit Mayer (Ed.), Cities for People, Not for Profit, Londra, Routledge, 2012. * Bu yazı ve sırasıyla “istif”, “sınır”, “yıkım” kavramlarını ele alan devamındaki üç yazı, 2017-2018 öğretim yılında İstanbul Bilgi Üniversitesi “Mimarlık Tarihi, Teorisi ve Eleştirisi” yüksek lisans programında Emrah Altınok tarafından verilen “Kapitalist Kentleşmenin Tarihi ve Ekonomi Politiği” adlı dersin ürünüdür. Devlet, sermaye ve toplumsal hareketler bağlamında kapitalizmin geçirdiği evreler ile kentleşme ve mekân üretimi süreçleri arasındaki korelatif ilişkileri tartışmaya açmayı amaçlayan ders kapsamında, her alt çalışma grubu “istif”, “sınır” ve “yıkım” kavramlarından birini odağına alan bir tarihsel-kuramsal analiz yapmayı hedeflemiştir. Dönem sonunda elde edilen sonuç ürünler, ilgili kavram özelinde derlenen tarihsel fragmanların taksonomisi ve bu fragmanlar arasındaki bağlantıların temsilini dert edinmiş olup, yakın bir zamanda sergilenecektir. “İstif”, “sınır” ve “yıkım” kavramlarının “yeni”yle kurduğu ilişkiyi örnek olaylar üzerinden ele alan sıradaki üç yazı, her bir çalışma grubunun dönem araştırmalarına dayanmakta olup; dersin yürütücüsü Emrah Altınok editörlüğünde geliştirilmiştir.