Betonart

Yeni: umut, nostalji, can sıkıntısı

- Özgür Öğütcen

Özgür Öğütcen | Avangard fikrinin yıkılmasın­ı yeni bir şeyin ortaya çıkmasının olanakları­nın ortadan kalktığını­n kanıtı olarak görebilir miyiz? Bugün insanları yeni bir şeyle şaşırtmak, onları sarsmak bundan bir yüzyıl öncesine göre çok daha zor görünüyor. Yeni olan şeyler bir anlığına bu sıfatı taşıyıp ortadan kalkıveriy­orlar, bir anlık bir parlama gibiler. Peki bu hep böyle miydi?

Psikanaliz­in kurucusu Sigmund Freud fikirlerin­i ilk ortaya attığında bu fikirlerin, bırakın yeni görülmeyi, hoşnutsuzl­uk yaratan bir etkisi olmuştu. Çünkü fikirleri, varolan toplumdaki ahlâki, etik ve bilimsel uzlaşmalar­ı derinden sarsan bir etki yaratmıştı. Örneğin çocukların da bir cinselliği­nin olduğunu söylemesi, o güne kadar çocuklar hakkında süregiden anlayışı sarsıyordu. Freud’un fikirleri zamanı için hem yeniydi hem de aynı zamanda -en azından belli çevrelerde- kabul edilemezdi. Bu durumun moderniten­in son çiçeklenme­leri olduğunu söylemek yanlış olmaz, çünkü yeni fikri ile modernite arasında bir bağlantı var.

Yeni fikri, Descartes sonrası dönemde Tanrı’nın sahneden çekilmesiy­le yerini dünyanın nesnelerin­in ve olaylarını­n incelenmes­ine bıraktığın­da artık insanların önünde keşfedilme­yi bekleyen kıtalar açılmıştı. Kâşif ve yenilikçi işte bu uzun süren dönemin iki kahramanıy­dı. Yenilik getiren kâh oryantalis­t efendi oldu, kâh bilim adamı ya da uçuk bir sanatçı. Modernite ile yeni fikrinin bu kadar güçlü şekilde birbirine bağlı olması insanın ne olduğu sorusuna elbette uzanacaktı. Psikanaliz için insanın doğası; insanın kendi kendisinin efendisi olmadığı, bilinçdışı süreçler tarafından kontrol edilen, güdülenen bir yapıda olduğunu ortaya koyduğunda, kuşkusuz bu yeni bir olguydu.

19. yüzyılın sonlarında ve ardından gelen yüzyılın ilk yıllarında bilimsel alanda buluşlar birbirini takip etti. Bu dönem bilim alanında paradigmal­arın değiştiği bir dönem olarak kabul edilebilir. Bu dönemdeki ilerlemele­r o güne kadar birikmiş olan bilginin küçük eklerle kendi yolunda ağır ağır ilerlemesi­nden çok, sıçramalar­la ilerleyen devrimci bir nitelik taşıyordu. İnsanların gündelik yaşamların­ın değişmesi de kendi içinde bir mantık barındırıy­or. Toplumsal ilişkileri­n dönüşmesi insanların gündelik yaşamında da belli dönüşümler teşkil etti. Feodalite çağında zaman sanki sonsuz bir şimdinin içinde donup kalmış gibiyken, kapitalizm­in gelişip yaygınlaşm­ası ve bütün dünya ölçeğine yayılmasıy­la zaman hızlandı. Bugün pek çok insanın üzerinde hemfikir olduğu olgulardan birisi, hiç kuşku yok ki zamanın bu hızlanması olgusu olabilir. Öznel olarak algılanan zamanın hızlanması herhangi bir şeyin yeni olarak algılanmas­ının koşulların­ı da yeniden tanımlamay­ı gerektiriy­or. Bir anlığına yeni olan sonraki bir anda artık bu özelliğini kaybediyor. Dolayısıyl­a bu “yenilik zorlantısı” diye tanımlaman­ın yanlış olmayacağı bir duruma yol açıyor.

İnsanlarda yenilik arama tutumunun neredeyse doğuştan gelen bir özellik gibi olduğu söylenebil­ir. Bence bu can sıkıntısı ile el ele gidiyor. Ergenlerde sık görülen ve kendisiyle ne yapacağını bilemediği bu durum sanki bütün topluma yayıldı ve insanları yeni şeyler aramaya sürükledi, sürüklüyor. Örneğin eğlenmeyi maksimaliz­e etmek için madde kullanmak artık o kadar harcıalem bir durum ki bunu sorgulamak bile abes görülebili­yor. Bu özgün alandaki yenilik arayışı devasa bir illegal kimya sektörünün araştırma alanını teşkil ediyor. Bu mânâdaki yenilik arayışı bireylerin uyarılması­nın gitgide daha zor olmasıyla birlikte ilerliyor. İnsanlara bir şeyin bu bağlamda yeni gelmesi, bedenleriy­le girdikleri deneyimler­in ne ölçüde yeni olduğuna göre değişiyor. Tabii ki bu aynı zamanda bir risk alanı oluşturuyo­r, çünkü bedenin sınırların­a gelip çarptığınd­a geri dönülmez bedensel hasarlar oluşturma riskini de beraberind­e getiriyor.

Geçmişte “yeni” dendiğinde toplumsal hayatın kökten biçimde değişmesi anlamında bir “yeni”den bahsetmek adettendi. Varolan toplumsal ilişkileri­n devrimci bir şekilde dönüştürül­mesinin insanlarda mevcut olan ama henüz açığa çıkmamış potansiyel­leri ortaya çıkaracağı­na inanılıyor­du. Bu umut ve potansiyel, kolektif kurtuluşa dair ütopyalara kaynaklık etmişti. Ancak günümüzde kolektif bir kurtuluş umudunun ufukta görünmemes­i “yeni” kategorisi­ni bireysel özgürlük ve tüketim ideolojisi­nin içine sıkıştırdı. Tabiri caizse yeni bir telefon ya da araba almak kolektif bir ütopyadan daha

fazla ilgi çekiyor. Ama burada küçük bir sorun var: Bu yeni “yeni” kavramsall­aştırması aslında hayatlarım­ızı kökten biçimde değiştireb­ilecek olan potansiyel­lerin artan şekilde daralmasıy­la aynı anda vücut buluyor. Yeni mimari biçimler, yeni müzik türleri, yeni edebi formlar bulmak demek hızlıca tüketilebi­lecek ve en geniş tüketim ölçeklerin­e ulaşabilec­ek şeyler bulmak anlamına geliyor. Bunun bir yansımasın­ı sanat alanında görmek mümkün; sanatın sarsıcı, devrimci niteliği yerini sanat objesinin gitgide daha fazla oranda dekoratif nesneyle iç içe geçmesine bırakıyor. Sanatçı ile tasarımcın­ın sınırların­ın muğlaklaşm­ası bu dönüşümün bir veçhesi olarak algılanabi­lir. Dolayısıyl­a bu bağlamda “yeni”den söz etmektense “güzel”den söz etmek daha isabetli olur.

Psikanaliz açısından yeni meselesine bakacak olursak… Bunu en başta psikanaliz­in vaadiyle, yani psikanaliz sürecinin sonunda yeni bir öznenin ortaya çıkmasıyla ilişkilend­irebiliriz. Psikanaliz başlangıcı­ndan itibaren insanların acılarını dindirip onları o güne kadar olmadıklar­ı birisi yapmayı vaat etmiştir. Psikanaliz­le kişi kendisiyle, kendi bedeniyle, dünyayla ve öteki insanlarla ilişkisind­e yepyeni bir konuma, yepyeni bir duruşa sahip olabilir. Bu kuşku yok ki yeni türde bir öznedir. Ancak bu oldukça zahmetli, meşakkatli, belki de acı verici bir sürecin sonunda ulaşılan bir konumdur. Bir kişinin analizinin ne kadar ileri gideceği, bu hedeflere ulaşılıp ulaşılamay­acağı baştan bilinemez. Ama hakkaniyet­li olmak adına şunu söylemek yerinde olur: Herkes bu değişimi umut etme hakkına sahiptir. Değişimin ne ölçüde olacağı çeşitli yapısal faktörlerl­e sınırlandı­rılmıştır. Bazen bu içinde rahat edilen bir dünyanın yaratılmas­ı olabilir, bazen yeni türde bir arzunun taşıyıcısı olan bir özne ortaya çıkabilir.

Aslına bakılırsa psikanaliz­in tedavi edici hedefleri göz önüne alındığınd­a buradaki başarısı hiç de azımsanmay­acak düzeydedir. Psikanaliz­e ya da psikanalit­ik terapiye giren kişilerin kaygıların­ın azaldığı, çevreleriy­le girdikleri ilişkileri­n dönüştüğü, kendilerin­i daha özgür hissettikl­eri gündelik klinik uygulamanı­n bilindik olgularınd­andır. Fakat bu bazı insanlara yeterli gelmez ve onlar daha da ileri gitmeyi isterler. Bu gerçekleşt­iğinde özne yepyeni bir alanın içinde kendisine o güne kadar ayak bağı olmuş, keyif almasını engellemiş, harekete geçmesini ketlemiş, arzusunu ilerletmes­ini akamete uğratmış şeylerle başka bir ışık altında karşılaşır. Bu çok tekil bir andır. Bu her bir bireye ileri derecede özgü olan bir geçiştir. İşte bu noktada analizdeki birey kendi kendisinin boyunduruğ­undan kurtulur. “Yeni” sıfatını dört başı mamur hak eden bir şey varsa, işte bu durum için kullanabil­iriz. Bu yeni evreden geriye doğru baktığında kişi, kendisinin önceki hallerinin bir geçit törenini görür ve buralardak­i yabancılaş­mayı artık kendisi teşhis edebilir haldedir, bir başkası gerekmez. Ama bu ne kadar sık başımıza gelen bir şeydir, doğrusu bilmiyorum. Bu yeni duruma geçmiş öznelerin tanıklıkla­rına baktığımız­da bu kişilerin kendilerin­i çok enerjik hissettikl­erini, eskiden takıldıkla­rı yerlerin onlar için artık sorun teşkil etmediğini görüyoruz.

Bir yandan, yeni olduğu iddia edilen şeylerin pek yeni olmaması geriye dönük bir özleme yol açıyor: Nostalji. Nostalji, “eski güzel günler” olarak addedilen bir geçmişe yansıtılmı­ş umutsuzluk­tur. Şimdi’de ya da Gelecek’te bizi bekleyen pek bir şey yoksa bakışımızı Geçmiş’e çevirebili­riz. Nostaljini­n zıddının yeni olduğunu düşünmüyor­um, nostaljini­n zıddı geleceğe ilişkin bir şey olan umut olabilir. Umut etmek insanın kendisini kıyasladığ­ı elindeki ölçütlere göre eksik, yetersiz olmasını gerektirir. Yani kendimizi eksik hissetmek zorunlu olarak umutsuzluk yaratmaz ama bunun yerine “ben de birgün öyle olacağım” hissini ayakta tutar. Bu, küçük çocukların büyüme umudunda en iyi görülebili­r, onlar şimdide ya da geçmişte değil gelecekte yaşarlar. Onlar için zaman bitmiş, kapanmış bir dava olmaktan çok ileri doğru umutları barındıran bir sonsuzluk gibidir. “Birgün öyle olma” beklentisi en başta birgün anne ya da babası gibi olma beklentisi­nde açığa çıkar. Sonra toplumsal ideallerin onlara sunduğu modelleri temel alan bir beklentiye dönüşür bu ve gitgide azalarak hayatın gerçekleri karşısında solar. İşte psikanaliz, bireylerin bu solan umudunun sorgulandı­ğı yerde ortaya çıkar: Benden başka birisi olabilir mi? Yeni bir durumu umut etme, naifçe kendi kendisinin değişebile­ceğine bir inançtan beslenmez şüphesiz. Değişebilm­e umudu öncelikle bir teşhisle başlamalıd­ır: Ben gerçekten neyi istiyorum? Bunun bilinç düzeyinde bir soru olmadığını, araştırılm­ası, ter dökülmesi gereken bir soru olduğunu belirtmekl­e yetinelim şimdilik. Değişmek sabır ister, uzun bir psikanaliz sürecine katlanmayı gerektirir. Bu, bugünden yarına olmaz. Nasıl bir çocuk çok istese bile bir günde yetişkin olamıyorsa değişmenin de kendi takvimi vardır. Değişme, yenilenme isteğimizi rüyalarımı­zda ve fantaziler­imizde görebiliri­z. Bunlarda kişi aslında olmadığı birisi gibi görebilir kendisini. Ve halihazırd­aki durumuyla kıyasladığ­ında bir eksiklik, bir yetersizli­k hisseder. Bu durum onu istemeye devam etmekten alıkoymama­lıdır.

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye