KURAMSAL ALTYAPISINI KURMAYA ÇALIŞIYORUM
İNSAN hakları, ezilenlerin sinemadaki yeri, işçi sınıfının sinemadaki temsili konuları üzerine makaleler kaleme alıyorsunuz, bunların üzerine kafa yoran biri olarak; günümüzdeki sanat ve edebiyatta tüm bunların ele alınışını ve karşılığını bulup bulamamasındaki düşünceleriniz nedir? Herhangi bir konu ile ilgili yazılan makalenin üretim sürecinin bir aşaması olduğunu düşünüyorum. Sanatçı bir eseri üretir, akademi tanımlar, endüstri satar. Bu böyledir. Ben, halihazırda üniversitede yüksek lisansına da devam eden biri olarak, üretimin diğer aşamalarından da bağımsız kalmamaya çalışıyorum. Aklıma gelen fikri öyküleştirirken, nasıl tanımlayabileceğim noktasında da ayrıca düşünüyor, kuramsal altyapısını kurmaya çalışıyorum. Bu bağlamıyla da dikkatli olmaya çabaladığımı iddia edebilirim.
Heidegger yersiz yurtsuzluk kavramının patolojik bir anlama da sahip olduğunu belirtir. Bu durum annesini kaybetmiş bir çocuğun durumuna benzemektedir der ve ekler: “Annemizi kaybetmemiz bizim için onu her yerde arama ve ona sahip olma arzumuzu ve buna dair özlemimizi kamçılamaktadır”. Bu bağlamda aslında yeryüzünde yaşayan bütün insanlar doğuştan yersiz yurtsuzdurlar; çünkü annelerini hiçbir zaman bulamayacaklarıdır. Bütün denemeleri başarısız kalmaya mahkumdur.” Bu bağlamda “Duvar”daki karakterleri de baz alırsak; siz ne söylemek istersiniz?
İnsan, binyıllardır hareket halinde olan bir canlı türü. Görmediği diyar, geçmediği yol yok gibi. Dokunduğu, değdiği her yeri, her şeyi mahvetmekle birlikte, yer yer güzelleştirdiği de olmuştur. Ancak, bu hareketlilik halinin, bu bitmeyen yolculuğun, hissel karşılığının ise ait olamama mefhumu olduğunu düşünüyorum. Gerek sinemada ele aldığım hikayelerde, gerek edebiyatta kaleme aldığım hikayelerde, içerikle ilgili bir alt okuma yapıp, kendimi eleştirdiğimde, karşı çıkan ilk şey, bu ait olamama hali oldu. Kentte yaşayan yalnız adam/kadın hamasetinden bahsetmiyorum. Güzel şeyler düşleyen, o şeyleri düşlerken sistem tarafından itelenen, ötelenen ve “ait olmadığı yerde” yaşadığı düşünen insanların öykülerini anlatmaya çalışıyor ve umudu hep diri tutuyorum. Tıpkı Adorno’nun dediği gibi, “Yine de yarından umudu kesmemek gerekir. Çünkü ışıklar söndüğünde, sinemalarda hâlâ öpüşenler var.”
BİNYILLARDIR SÜREGELEN BİR RİTÜEL
Bir söyleşinizde kitaptaki karakterlerin ortak noktasının sistemin “kurban”ı olmaları diyorsunuz; Tanpınar’ın bir sözünü hatırlattı bana: “Hepimiz kendi masallarımızın kurbanıyız.” Sizce?
Tanpınar’ın bu sözü hangi refleksle söylediğini bilmiyorum fakat benim tasavvur ettiğim, altyapısını kurmaya çalıştığım kurban mefhumu, ritüellerin kültüre olan etkisi ve çağdaşlaşan ya da çağdaşlaştığını iddia eden “uygarlığın” bu ritüelleri ideolojisine göre tüketmesidir. Kurban etme/olma hali, binyıllardır süregelen bir ritüel. Tarih okumalarından ve arkeolojiden
“Köprü”, “Baba”, “Ses” ve “Alarga” gibi ödüllü kısa filmlerin yazarlığını ve yönetmenliğini yaptınız. Bu da ilk kitabınız; edebiyat ve sinema dendiğinde sizdeki karşılığı neye denk düşüyor?
Temelinde bütün sanat dalları bir hikaye anlatır. Her iki sanat dalı arasında bir uçurum olduğunu düşünmüyorum. Aksine, birbirlerine en çok benzeyen sanat dallarıdır, ikisi. Benzeşen noktalarının ise bir atmosfer kurma ve o atmosfere inandırma becerisi olduğunu düşünüyorum. Her ikisi için de, elimden geldiğince sağlam atmosferler kurmaya çalışıyorum. anladığımız, ilk çağlarda bile bu durumun yaşandığı üzerine. Sonradan ortaya çıkan dinlerin ve ideolojilerin ise bu durumu kendi anlayışları için meşrulaştırdığı noktası fazlasıyla önem taşıyor. Dinlerin ve ideolojilerin temelinde bir sisteme hizmet ettiğini düşünürsek, kurban mefhumunun, sistemi yeniden üretmek için kullanıldığını söylemek mümkün. Ben de bu şekilde ele almaya çalıştım. Binyıllardır değişmeyen tek şey şu bence: “Tanrılar kan istiyor!”
Ufukta yeni kitap ya da proje var mı? Geçtiğimiz günlerde “Alarga” isimli senaryosunu yazıp, yönetmenliğini üstlendiğim son kısa filmimi bitirdim. Sonbahar gibi festival yolculuğuna başlayacak. Ek olarak da yazmayı düşündüğüm bir roman fikri var. Dönüp duruyor aklımda…