Ölü turnalar gölü
kanatlarını uzun uzun gerip kendini rüzgarın kollarına bıraktı.
Epey bir zaman sonra, engin tepeler gerisinde kalıp, ucu karlı, başı dumanlı dağ görünmez olduğunda, ileride, ufukla birleşen bir maviliğin belirdiğini gördü. Biraz sonra altında göz alabildiğince bir beyazlık, pembelik uzanıyordu. Anne babasının, diğer turnaların anlattığı beyaz göl burasıydı işte. Aşağıdaki düzlüğün rengi güneşin altında sürekli değişiyor, bazen pembe, buz mavisi, bazen turuncuya ya da mora çalıyordu.
Yalnız duyduklarından daha farklıydı göl. Neredeyse su kalmamıştı, epey ilerilere doğru çekilen su, arkasında tuz tepecikleri, küçük çukurlar bırakmıştı. Dümdüz yüzeyin üzerinde bencik bencik görünen noktalar dikkatini çekti. Noktaların ne olduğunu anlamak için alçaldı turna. Göle indi, tuzların üzerine. Ölü yavru turnalardı bunlar!
Hemen önünde sanki uyuyorlarmış, birazdan silkinip kalkacak, kanatlarını şen şakrak çırpıp gagalarını birbirine vurarak oynaşacaklarmış gibi yatıyorlardı. Son kez dünyaya seslenmek ister gibi uzun kırmızı narin boyunlarını geriye doğru kıvırmış, kanatları ile yüzlerini örtüp, belki de yaklaşan ölümün dehşetini görmemeye çalışırken büzülmüşlerdi. Küçücüktüler ve ölüm güzelliklerini yok etmemişti daha.
Tuzların üzeri ölü turna tarlası gibiydi! Hafif hafif esen yelde göğüslerinin ince tüyleri dalgalanıyor, yanlarına düşmüş kanatları uçmak ister gibi kıpırdıyordu.
Duramadı allı turna, yüreği daha fazlasını görmeyi kaldırmadı. Havalandı, binlerce yıldır turnaların yurdu olan şimdi ise adeta mezarlığı andıran bu beyaz göl, onun belleğine “ölü turnalar gölü” olarak kazınmıştı artık. Gölün üzerinden gözlerini kapatarak uçtu. *** Gölden bulunduğu yere doğru pembeye çalan kanatlarını acele acele çırparak uçan turnanın fotoğrafını çektiğinde epey umutlandı fotoğrafçı. Flamingolara yaklaşmış olmalıydı. Tuz beyazlığının üzerinden on beş dakikayı aşkındır yürüyordu. Su olması gereken yerlerde suyun izi bile görünmüyordu. Bir eliyle omzunda tuttuğu üç ayak, boynunda asılı ağır objektifli fotoğraf makinesi ile ayakları tuzlara bata çıka kuru gölü adımlamaya çalışırken acaba yanlış bir yerden mi göle girdiğini anlamaya çalışıyordu. Şimdiye kadar gölün kıyısına gelmiş olmalıydı. Flamingoları da çoktan görmesi gerekiyordu. Oysa, üzerinden uçan flamingodan başkasını şimdiye kadar görebilmiş değildi. Bu aceleci kuşu görmese, belki de geriye dönmeyi düşünecekti ciddi ciddi. Bu işte bir gariplik vardı ama neydi?
Vakit ikindi olacaktı neredeyse. Gelmeden önce birçok kaynaktan, kendisinden önce gelip fotoğraf çekmiş fotoğrafçıların yazdıklarından okumuştu gölü. Işığın en güzelinin ikindi ile akşam güneşi batmadan önceki zaman aralığında olduğunu, gölün bu ışık altında bambaşka bir renge, şekle, gizeme (‘Efsunlanmış gibi’ yazıyordu bir yerde) büründüğünü öğrendi okuduklarından. O ışığı bulmak için konakladığı otelden öğleyin yola çıkmış, aracını bodur bir kuşburnu çalısının dibine park ettikten sonra uçsuz bucaksız görünen göle doğru yürümeye başlamıştı. Sanıyordu ki biraz sonra gölün tuzlu suları onu karşılayacak, sakin sakin ayaklarının ucuna vuracak, suların içinde de ince uzun bacakları, kırmızı boyunları, iri kanatları ile flamingolar dolaşacaktı. O da gölün içerisinde buz mavisi, kum beji, gül pembesi ve nar kırmızısı bir renk cümbüşü içinde ağır ağır hareket eden bu güzellikleri ürkütmeden bir köşeye üç ayağını kurup en uygun anı kollayacaktı.
Ufukta, gün ışığının altında tütüyormuşçasına dalgalanıp duran mavi çizginin su olduğunu sanıyordu ama belki bir yarım saat daha yürümesi gerekiyordu oraya kadar. Alnından aşağıya süzülen terleri silerek ilerlerken beyazlığın ortasında küçük kahverengi noktaları fark etti. Yürümeye başladığı
andan bu yana beyaz ve pembenin çeşitli tonları dışında hiçbir renk gözüne çarpmamışken bu kahverengi, koyu gri noktalar şaşırttı onu. Epeyce de çoktular ve suların olduğunu düşündüğü yere doğru sayıları da gittikçe artıyordu lekelerin.
Adımlarını biraz daha hızlandırıp en yakınındaki cisimlerin yanına yürüdü. Gördüğü şeyin ne olduğunu tam anlayamadı önce. Bir tutam tüy, rüzgarla birlikte dalgalanan bir yumak pamuk kozalarına benziyordu. İyice yanlarına geldiğinde bunların ölü flamingo yavruları olduğunu gördü. Boyunlarını kıvırmışlar, ayaklarını karınlarına çekip ölmüşlerdi!..
Onlarcasını gördü etrafında, çekilen sudan kalan tuzların üzeri yavru flamingo ölüleri ile doluydu! Göl bir flamingo mezarlığını andırıyordu! İçinin acıdığını, boğazına bir şeylerin düğümlendiğini hissetti. Bir ufuk çizgisinde görünen maviliğe, bir ayaklarının dibinde yatan ölü kuşlara baktı. Çekilen suya ulaşamadan açlıktan, susuzluktan öldüklerini anladı yavruların. Onları geride ölümün kollarına bırakırken anne babalarının çaresizlikleri geldi gözlerinin önüne. Üç ayağı bir kenara attı. Oturdu yere. Fotoğraf makinesini boynundan indirip uyuyormuş gibi yatan kuşların yanına uzandı ve deklanşöre bastı ardı ardına.
Flamingoların güzelliğini çekmek için gelmişken onların yavrularının hazin sonlarını fotoğraflıyordu şimdi. Bu vahşeti, bu kederi fotoğraflamak, sessiz sedasız ölüp giden onlarca flamingo yavrusunun son çığlıklarını herkese ulaştırmak, onlar için, her gün bir güzelliği yok olup giden dünya için, tüm canlılar için yapabileceği tek şeydi artık! *** Akdeniz Havzası’nda en büyük kuluçka kolonisine ev sahipliği yapan Tuz Gölü’ne her yıl on binlerce flamingo geliyor. Gölde sucul canlılarla beslenip kuluçkaya yatan flamingoların yaşam alanları küresel ısınma, yanlış su-tarım politikaları yüzünden suların çekilmesi ile her geçen yıl daralıyor. Yapılan araştırmalarda çekilen sulara kadar ulaşamayacak kadar güçsüz olan onlarca yavru flamingonun susuzluk, açlık ya da hastalıktan öldüğü tespit edildi. Geçtiğimiz günlerde flamingo fotoğrafı çekmek için Tuz Gölü’ne giden Fotoğraf Sanatçısı Emel Gülseren Sarıgül, onlarca ölü flamingo yavrusu ile karşılaştı. Sarıgül bu ürkütücü tabloyu “Tuz Gölü, bir flamingo mezarlığına dönüşmüş durumda” diye anlattı.