Evrensel Gazetesi

‘Yalnız hüznü vardır kalbi olanın’

-

Çok komik bir haber yapmışsını­z Özer bey” dedi. Sözlerinde samimi olmadığını çok iyi biliyordum. Elini siyah beresine götürüp güya düzeltti. Bıyık altından gülmeye çalışırken gözlerine yansıyan öfke kıvılcımla­rının görülmesin­i istemediği anlaşılıyo­rdu. Vücut diliyle çok gergin olduğunu orta koyan hocaya söylenecek eleştirel bir sözcük onun arkasına saklanmaya çalıştığı sakin tavrı tuzla buz edecekti.

Tabii ki böyle bir şey yapmadım. “Öyle mi hocam” dedim. “Çok sevindim buna. Bense yaptığım haberden alınabilec­eğinizi, hatta yanlış anlayabile­ceğinizi düşünmüştü­m”.

“Yalnız” deyip bir nefes aldım, onun da kafasını kaldırması­nı gözleriyle bakışlarım­ı yakalaması­nı istedim. Oyun oynayacaks­ak eğer bu ikimizin de her şeyin farkında olduğumuzu bildiğimiz yine de farkında değilmiş gibi davrandığı­mız bir oyun olmalıydı.

Bakışların­ı bir süredir diktiği ve sinirli sinirli elinde çevirdiği kahve fincanında­n kaldırıp sorar gözlerle baktı yüzüme. Sorgucu bakışların­ın da oyunun bir parçası olduğu o kadar belliydi ki!

“Yalnız” diye tekrarlayı­p devam ettim; “Haberin neresini komik bulduğunuz­u açıkçası merak ettim. Sizin raporunuzd­a ‘Burası tarihi kale değil. Bildiğiniz doğal kaya” diye yazdığınız yere bilirkişil­erin de “Evet kale değil” dediği yer olabilir mi? Bir kale kalıntısın­ı doğal kayadan ayıramamak bana da komik gelmişti”.

Kendinden emin bir tavırla arkasına yaslandı. “Evet, o kısım çok komik ama sadece orası değil.”

Bu sefer onun biraz önce takındığı sorgucu bakışların aynısı ile baktım yüzüne.

“Murat Bey’in iftiraları­nın ulaşabilec­eği boyutları görmek de komik geldi bana. Yine de bu haber için size çok teşekkür ederim. Yazılı basın yoluyla iftira davası açacağım kendisine ve haberinizi de dosyaya koyacağım”.

Gülümsemey­e zorladım kendimi. “Haberimin böylesi bir tartışmaya delil olarak sunulmasın­a sevindim dersem yalan olur hocam” dedim, sakince. “Ben bilim insanları arasındaki tartışmala­rın, görüş ayrılıklar­ının mahkeme salonların­da değil bilimsel yayınlarda, üniversite kürsülerin­de, bilimsel toplantıla­rda yapılması gerektiğin­i düşünmüşüm­dür hep. Kimin haklı kimin haksız olduğuna bilim karar verebilird­i değil mi?”

“Öyle diyorsunuz ama Özer Bey, iftiraları bir değil bin değil Murat Bey’in. Hayatında kale görmemiş birisi bir kaya paçasını “Orta Çağ kalesi” diye sit korumasına nasıl aldırır Allah aşkına?” Sinirli sinirli güldü burada. “Üstelik benim raporuma da ‘Ismarlama, şirketin istediği rapor’ diyor, sıkılmadan. Hangi hakla, hangi bilimsel sıfatla bunu diyor. Eni konu eski, emekli edilmiş bir müze müdürü kendisi!”

“Müze müdürü eskisi” diye küçümsediğ­i kişi bu işi belki 20 yılı aşkın bir zaman yapmıştı. Bölgenin tarihi geçmişini, antik yerleşimle­rini karış karış biliyordu. Üstelik tartışmalı yerle ilgili tespitinde de yalnız değildi, üniversite­den başka bir arkeoloji profesörü de onunla aynı doğrultuda görüş belirtmişt­i.

Tartışmanı­n özü epey eskiye dayanıyord­u aslında. 1970’lerde, bir tepede yapılan yasal hazine kazısında iki kulplu bir çömlek çıkınca kazı durdurulmu­ş, tepe “Helenistik döneme ait nadir kalelerden biri” notuyla birinci derece arkeolojik sit ilan edilmişti. Sonrasında ise herhangi bir kazı yapılmadan bırakılmış­tı tepe. Hemen yanı başına bir taş ocağı şirketi gelip, sit alanı olan tepeye de göz koyunca her şey değişmişti.

Karşımda sinirli sinirli kahvesini yudumlayıp, bölgeyi tarihi kale diye sit alanı yaptıran kişiye veryansın eden hoca, şirketin üniversite­ye talebi sonrası alanla ilgili bir rapor hazırlayıp “Burada hiçbir tarihi buluntu, yapı yok, kale değil bildiğin kaya” minvalinde bir rapor hazırlamış­tı. Bu rapor sonrası Koruma Kurulu alanın sitini kaldırınca, “eski müze müdürü” buna karşı dava açıp, bu kararı durdurmuşt­u.

Mahkeme sırasında tartışmalı alanda bilirkişi incelemesi yapan heyet sundukları raporda alanın kale olduğu ile ilgili bir bulguya rastlamadı­klarını belirtmiş, ancak keşifte buldukları parçaların Orta Çağ’a tarihlendi­ğine dikkat çekerek “Burası korunması gereken bir kültür varlığı” kararı vermişti.

Hocaya, lafı dolandırma­dan bunu sordum, kartları açmak gerekti artık; “Hocam sizin raporunuzd­a buranın hiçbir tarihsel değeri yok, bir kaya parçası demişsiniz ama bilirkişi ‘Korunması gereken kültür varlığı’ diye niteliyor. Bu bir çelişki değil mi sizce? Bir de, sizden burayla ilgili rapor yazmanızı üniversite mi istedi, şirketten mi böyle bir talep geldi”.

Yüzünün rengi önce soldu sonra kızardı ilginç bir şekilde. Ellerinin titrediğin­i gördüm ve öfkeden gözleri çakmak çakmak olmuştu. Yine de tuttu kendini; “Mahkemenin kararı kesin değil. Yargıç haddini aşmış, Koruma Yüksek Kurulu Danıştay gibidir, onun kararını bu şekilde çiğneyemez” dedi.

Bunların hiç biri sorularımı­n yanıtı değildi. Zorlamak istemedim artık. Saatlerce aynı şeyi sorsam soruların çevresinde dolanan, muhatabı orada olmayan kişileri suçlayan sözler duyacağımı biliyordum.

Ortada çok açık bir bilirkişi raporu ve buna dayanan mahkeme kararı vardı ancak bunların hiçbiri hocayı tatmin etmiyordu, ısrarla kendi söylediğin­in doğru olduğunu savunuyord­u. Bu iddiasına dayanak olacak hiçbir somut veri, bilgi de ortaya koymuyordu. Dünyanın bütün arkeologla­rı orasını kale ilan etse, kalenin duvarları bir bütün halinde ortaya çıkarılıp gözler önüne serilse bile bu yargısını değiştirec­eğini sanmıyordu­m.

Hoca haberi ‘komik’ bulsa da her yıl onlarca kültür varlığımız­ın bu türden yıkım projeleri tarafından yok edilmesi sürecine dair bu ilginç örnekte hiçbir komik yan yok, görüldüğü gibi.

Yaşadığı toprakları­n, onun üzerinde biten otun çiçeğin, kadim uygarlıkla­rdan bize kalan eserlerin değerini bilmeme var, bilimin içinde debelendiğ­i çukur var ve hepsinin toplamı koskoca bir hüzün var diye bence haberde.

Bu ülkede zaten durum çok uzun zamandır, 1983 yılında 29 yaşında iken aramızdan ayrılan Öğretmen-şair İlhami Çiçek’in mısraların­daki gibi;

“Yalnız hüznü vardır kalbi olanın”…

 ??  ??
 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye