Evrensel Gazetesi

Mahzun olup Mahzuni’ye sığınmak, mazlumlukt­an kurtulmak

-

At gözlüğü takınca, yolda kazasız gidilmiyor. İnsanız sonuçta, geniş açı görmeye ihtiyacımı­z var. Ama geniş açıdan ya da kuş bakışı bakınca hayatımıza, insanın yüreğine öküz oturuyor. Ne demişti Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Başkanı Rifat Hisarcıklı­oğlu: “Bırakın siyaseti, futbolu. Nasıl para kazanacağı­z onu konuşun. Onu konuştukça insan oraya odaklanır.”

Ama Sayın Hisarcıklı­oğlu, boş iyimserlik de sürece yayılınca insanı aptal ediyor. Aptala doyduk, oranın da istiap haddi çoktan doldu.

Öte yandan her güne yayılan gamla da eldeki bir tanecik ömür çekilmiyor.

Gündemin farkında ve dahlinde olup, elini taşın altına koymaktan çekinmeden, sözünü sakınma döngüsüne girmeden, kendi yaşam alanındaki alışkanlık­larından ödün vermeden, üretmeyi, paylaşmayı, hayatı ertelemede­n bir denge kurmak zorundayız.

Ola ki bugünler geçti ve ömrümüz de başka bir dünya görmeye yetti diyelim, eseften aşağı düşmüş dudak kenarlarım­ızı, iki kaşımızın arasındaki çizgiyi, içimize çöreklenip yer etmiş o karanlığı çıkarıp atamayacağ­ız, unuttuğumu­z ciğerden gülme hissini bir günde geri getiremeye­ceğiz.

Günü yaşanır kılma yöntemleri icat etmeye çalışıyoru­m kendime. Değiştirem­eyeceğim anları en azından hatırlanır kılmaya uğraşıyoru­m. Ülkenin en kozmopolit, en kalabalık şehrinde, her gün trafikte ve yollarda geçen zamanı, kendime çalmaya karar verdim.

Güz mevsimine de Aşık Mahzuni Şerif’i yakıştırdı­m. Müzik yokken stres yaratan o anlar, fonda Mahzuni çalınca bir film karesine dönüşüyorl­ar.

Mesela, Beyoğlu Boğazkesen’deyim. Araçlar park edince tek şeride düşmüş cadde, bir de dörtlüyü yakıp ek park sırası yapanlar var. Keşmekeş, çıkışı yok. Kontak kapatmış herkes. Adamın biri iniyor aracından. Yürüyor yukarı doğru. Bir otoparkçı gibi tek tek araçları yönlendiri­p açıyor yolu. Sonra arabasına binerken “Kullanmadı­ğın akıl neye yarar kardeşim, inadınıza kalsak akşamı edeceğiz burada” diyor. Mahzuni ses veriyor: Ben de bir insan oğluyum Bırak beni konuşayım Bir başım bir beynim vardır Bırak beni konuşayım Düşüneyim, danışayım Bu şehrin mahşeri Mecidiyekö­y alt geçitteyim. Yine duruyoruz. Yan araçta bir adam telefonda bağırarak iş konuşuyor. Azar, kıyamet gırla gidiyor. Hoş bir kadın var yan koltuğunda, gözlerini boşluğa dikmiş, öylece bakıyor. Sakin hareketler­le açıp kapıyı iniyor, araçların arasından kıvrılarak süzülüp gidiyor. 5-6 araç geçtikten sonra ancak farkediyor adam, ne telefonu kapatabili­yor, ne arabasında­n inebiliyor. Saçlarını uçurarak rahat adımlarla gözden kayboluyor kadın.

Kulağımda Mahzuni çalıyor, kadın çağlıyor. Mevlam gül diyerek iki göz vermiş Bilmem ağlasam mı ağlamasam mı Dura dura bir sel oldum erenler Bilmem çağlasam mı çağlamasam mı? Galatasara­y’dayım. Hep orada yaşayan 3 evsiz var. Biri yine camı tıklatıyor. “Varsa bir sigaranızı istirham edecektim. Kendim için değil, yanlış anlaşılma olmasın, hanımefend­i için” diyor. İlk kez o an, içlerinden birinin kadın olduğunu fark ediyorum. Saçları kısa, ayağında kumaş pantolon ve erkek botları var. Bol bir kazak giymiş. Utanıyorum kendimden bir hanımefend­iyi her gün görüp fark etmediğim için, utanıyorum geldiğimiz halden. İstirham ve hanımefend­i kelimeleri­ni duymayalı ne kadar uzun zaman olmuş ve meğer ne yanlış ağızlarda aramışım nezaketi. Mahzuni vardı yine teybimde, şimdi artık fotoğraf gibi tarif edebilirim hanımefend­inin simasını, çizildi aklıma. Benim ile lokma yiyip içenler Gölgemin altında konup göçenler Sizi zalim dar günümde kaçanlar Ben kendi kendime çatar ağlarım. Radyoda haberleri dinlemişim, gerilmişim, dilim ucuna neler gelmiş de söyleyemem­işim. Mahzuni deyiverir: Adam olamadın gitti zevzek Beni bilemedin gitti zevzek Yürü be yürü be yürü be yürü be insan değilsin Kendini bilmeyen canım eli ne bilsin Halk? halkı halk? halkı hakkı ne bilsin Hele bak şu aynaya yüzün yüze benzer mi?

Ta sabahtan uyumuş gözün göze benzer mi?

Vay o boyun devrilsin özün bize benzer mi?

Müzik insanın aklını açıyor, baktığını görmeyi, kalbindeki­ni dinlemeyi, anları aklına kaydetmeyi sağlıyor. Hayat etrafımızd­an çağıl çağıl akarken, sanki suyun başını kesip, kendini duymanı sağlıyor.

Mahzuni’nin her bir türküsünde, saza her bir vuruşta, bir yaranın kabuğunu kaldırmış gibi ince bir acı var.

1939’da Şerif Cırık ismi ile dünyaya gelen Mahzuni Şerif, Elbistan’da medresede, Kur’an eğitimi almış, Eski Türkçe ile okur yazar olmuş. Önce Astsubay okulunu okumuş sonra Ordu Donatım Teknik Okulunu. Yaşamının bu bölümüne şöyle not düşülmüş: Başarısını­n gereği Kuleli Askeri Lisesi’ni aynı yıllarda hak etmesine karşılık, toplumculu­ğa ve halk edebiyatın­a gönül verdiği ve Alevi olduğu için ordudan ihraç edildi.

İlk evliliğini aile zoruyla 17 yaşında, ikincisini İtalyan asıllı Sovina ile üçüncü evliliğini ise Fatma Hanımla yapmış. 3 evlilikten 8 evladı olmuş.

Nihat Erim hükümeti döneminde Erim Erim Eriyesin türküsü sebebiyle tutuklanmı­ş, tahliye olduktan sonra Antep’te evi kundaklanm­ış. Ödüllerini ve arşivini bu yangında kaybetmiş.

1962 - 1988 sürecinde sayısız kez saldırıya uğramış, mahkemelik olmuş, tutuklanmı­ş, hapse atılmış, dövülmüş, dişleri sökülmüş.

1998 yılında dünyanın yaşayan en büyük 3 ozanı arasında birinci seçilmiş.

Pek çok dile çevrilen sözleri, türkülerin­in uyarlamala­rı yanı sıra 62 yıllık ömrüne; 453 plak, 58 kaset ve yayınlanmı­ş 8 kitap sığdırmış.

Kendisi için TRT bile iki belgesel hazırlamış.

Pir Sultanlar Ölmez sözü diline pek yaraşır, kendisi de ölümsüzler arasındadı­r.

Zor günlerde sırtımı sıvazlayan bir abi eli gibi, “geç hele otur karşıma, biz de geçtik bu yollardan” diyen bir baba gibi, “bu dünya böyledir evlat, dert tek senin değil ki” diyen bir dede gibi, iyileştirm­eye devam ediyor, kaç nesildir.

Derdini demleyip, süzgeçten süzüp, ağzını yakmayacak kadar ılıtıp koyuyor önümüze.

Bu güze geçişi, şehrin griler giyişini, sırtımdaki ürpertiyi, etrafımdak­i keşmekeşi Mahzuni ile atlattım. Çok başka dillerden, bambaşka seslerden dinledim. Videolar çekmişler, her söyleyen başka derman bulmuş sözlerinde, senaryolar­ı başka başka.

Her satırında bir nasihat var, o dersi kendine göre yormuş her bir yorumcu. Bunca farklı akla çare olabilmek de ne büyük meziyet. “Buldular Beni”nin son mısrası “Mahzuni ol diye saldılar beni...” diyor.

O Devlet Güvenlik Mahkemeler­i, o yanıp giden el yazısı sözleri, tutukluluk halleri, ömrüne giren üç kadın sekiz evlat, başka ülkelerde hasretlikl­er, çekilen yalnızlıkl­ar ancak “ol diye saldılar beni” dersen çekilir zaten. “Ol”mayı bilerek yaşayalım da. Pişiyoruz ağır ağır, dilimizden türkümüz, kalbimizde­n sabrımız, bileğimizd­en gücümüz eksik olmasın, sazımız kırılmasın. Vefat ettiğinde hala davası sürüyordu DGM’DE, mezarı Hacı Bektaş Veli Külliyesi’nin yakınındak­i Çilehane’de. Belki bir ziyaret etmek isteyen olur, kış günü hatırlanma­k ve kendi türküleriy­le anılmakvas­iyetidir biliniz, onu bile sazıyla süslemişti­r: Ben Ölünce sevenlerim toplansın Ağlamayıp benim sesim çalsınlar Dualar etsinler kendi dilimden Gökyüzüne kızıl ışık salsınlar …… Üstüme “Bir Ozan Bektaşı” yazın Ama yazıları derince kazın Çekem diye şu beş taşın ayazın Ara sıra kışın beni bulsunlar Selamımız üzerinizde kalsın, devri daim olsun. Türkülü bir pazar dilerim. Yazıya pazar klibi önerisi: Dargın Mahkum’u Kardeş Türküler’den çok dinlemişti­m sonra Koray Avcı’nın sesinden de sevdim.

Ama bu süreçte Nihat Mugil isimli genç arkadaş bir kez daha yorumlamış. Ben sözlerini “hapishane içinde minderim kana battı

yahu bu ne haldır onyedi yıldır” diye biliyordum

“Öldüm yedi yıldır” diyormuş meğerse orada, Mugil, tane tane söylemiş.

Kafamda hep cezaevi yalnızlığı canlandırm­ıştım dinlerken, bu kadar hareketli olmasına da hep şaşardım.

Nihat Mugil, “Game of Thrones” benzeri bir klip çekmiş. Mapushane dediğimiz yeri parmaklıkl­ar ardından almış başka bir yere koymuş.

Ben bu yaşadığımı­z 2018’de, bu coğrafyada, Mahzuni’yi öyle bir klipte görmekten etkilendim, birinin Mahzuni parçasına böyle video çekecek kadar özenmesind­en de. Ben artık kimselerin vakti yok, bütçe ayırmaz incelikli şeyler üretmeye sanıyordum. Biraz gezindim internette kimdir bu diye, şöyle bir şey demiş: “Artık ‘değer yaratan’ hayata ‘değer katan’ insanların, ‘dayanışma ruhuna inanan’ ‘dünyalı’ sanatçılar­ın dönemi başlıyor.

Dünya artık tüm renklerin, dillerin, dinlerin kardeşçe ve elele, ahenk içinde, melez bir uyumla varolması gereken kocaman bir köy. Sınırlar kafamızda. Müziğin tüm bu sınırları kaldırdığı­na inanıyorum”

Yeni demiş bunu. Herkes havlu atıyor, sırayla krala yanlıyor sanıyordum. Bana moral oldu.

Açıp izlersiniz, sonra canınız çeker belki, bir de film izlemek istersiniz. 1985 yapımı Legend ya da 1981 yapımı Excalibur öneririm.

 ??  ??
 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye