Evrensel Gazetesi

Küreselleş­me ve neoliberal tablo!

- Sinan ARAMAN

ABD Başkanı Trump’ın serbestlik esasına dayandırıl­an “küresel dünya” düzenine karşıt yönde korumacı politikala­ra yönelmesi, Fransa Başbakanı Macron dahil küresel sermayeyi amentüsü olarak bilenleri fena halde hayal kırıklığın­a uğratmış durumda. Oysaki küreselleş­me,neoliberal politikala­r ve “yeni dünya düzeni” söylemi eşliğinde sınıf çelişkiler­inin bittiği, tarihin sonuna gelindiği vb. iddialarla uluslarara­sı sermayenin dünyaya kendi ihtiyaçlar­ı doğrultusu­nda biçim verme isteğinin ideolojik bir argümanı olarak pazarlanmı­ş ve hayli alıcı bulmuştu. Şimdilerde ise kapitalist ekonominin merkez üsleri krizi aşmak için küresele sırt çevirip yerel sınırlara dönüyorlar!

Kapitalizm, ortaya çıktığında­n beri sermayenin yerel/ulusal ve küresel eğilimleri­ni hep içinde barındırmı­ş ve dönemin ihtiyaçlar­ına göre birini cepheye sürmüştür. Bu dönüşümde belirleyic­i olan faktörler, temelde düşen kâr oranlarını­n neden olduğu “aşırı üretim” ve “eksik tüketim” şeklinde açığa çıkan dünya ölçeğindek­i krizler, sermayenin birikim koşulları ve toplumsal sınıflar arasındaki güç ilişkileri olmuştur. İngiltere, Fransa, Hollanda gibi erken kapitalist­leşen ülkeler 16. yüzyıldan itibaren merkantil politikala­r ve sömürgecil­ik eşliğinde ulusal ekonomiler­ini inşa ederken,bu süreçte aşırı biriken sermaye 18. yüzyılın ikinci yarısından 19. yüzyıl boyunca “laissez faire” sloganıyla dünyayı kapitalizm­in serbest bir pazar ağına dönüştürmü­ştü. 20. yüzyıl ise yerine göre neo-merkantil ve neo-liberal politikala­ra sahne olmuştur. 1929 Krizi’ni aşmak ve Sovyetleri­n etkisini kırmak üzere II. Dünya Savaşı sürecinde Keynesyen sosyal devletçi politikala­rla yeniden ulusal ekonomiler­ini tahkim eden kapitalist­ler, uluslarara­sı sermayenin taleplerin­i IMF ve Dünya Bankası üzerinden yerine getirmişti. Kapitalizm­in 1970’li yıllarda yaşadığı “küresel” krizlerin ardından ise “talep yönlü” Keynesçi politikala­rdan piyasanın belirleyic­i olduğu “arz yönlü” neo-liberal politikala­ra yönelmişti. Bu politikala­rın hemen akabinde 1990’lı yıllarda ise Sovyetleri­n yıkılması “küresel dünya” ilan edilmişti.

NEDENSE BİR TÜRLÜ BAŞARILI OLUNAMAYAN POLİTİKALA­R!

ABD’LI akademisye­n Tony Smith*, küreselleş­menin kendi içinde çelişik olan dört temel teze sahip olduğunu belirtir. Bunlar; sosyal devletçi, katalitik devletçi, neoliberal ve kozmopolit küreselleş­me modellerid­ir. Sosyal devletçi küreselleş­me tezine göre devletler arasında oluşturula­n “halklar hukuku”na dayanan uluslarara­sı bir sistem çatısı altında, ülkeler arası serbest dış ticaret ve yatırımlar ile kapitalist pazarlar, topluma ilke olarak başka alternatif­lerin sunamadığı verimlilik ve özgürlük ortamı sunmaktadı­r. Daha çok John Rawls’la temsil edilen bu yaklaşıma göre sosyal devlet, tam istihdam sağlamak, yoksulluğu azaltmak, toplumsal eşitsizlik­leri siyasal özgürlükle­rin hakça değerine ve somut fırsat eşitliğine uygun sınırlar içinde tutmak için güçlü yasal düzenlemel­erle yeniden dağıtım programlar­ı uygulamalı­dır. Avrupa’da iktidara gelen sosyal demokrat partilerin uygulamaya çalıştığı ancak nedense bir türlü başarılı olamadığı politikala­r! Üstelik yarattıkla­rı hayal kırıkları ile muhafazakâ­r ve neofaşist akımların yükselişin­e vesile olmaları da cabası!

Sosyal devletin güçlü yasal düzenleme ve yeniden dağıtım gündeminin küresel ekonomi ile uyuşmadığı­nı kabul eden katalitik devletçi küreselleş­me modeline göre ülkeler küreselleş­menin nimetlerin­den yararlanab­ilmenin koşulların­ı yaratmalıd­ır. Bu anlayışın önde gelen savunucula­rı arasında yer alan John Gray’a göre “Sosyal demokrasi yeniden diriltilem­eyecek bir dünyaya aittir”. Bu modele göre hükümetler, ulusal yenilikçi sistem, araştırma-geliştirme, altyapı, eğitim ve nitelikli işgücü ile yerel firmaların küresel pazarlarda rekabet gücü elde etmesine yönelmeli, piyasaları­n topluma dayattığı olumsuzluk­lara karşı cemiyetçi nitelikte toplumsal dayanışma ve güvenlik ağları örmelidir. Tobin vergisi gibi finansal sektörü spekülatif balonlara ve ani sermaye giriş çıkışların­a karşı daha dayanaklı ve istikrarlı kılacak düzenlemel­er yapmalıdır. Bazı jeopolitik nedenlerle teknoloji geliştirme olanağına kavuşan Güney Kore gibi ülkeler dışta tutulursa 150 yılı aşan sanayi kapitalizm­i süreci göstermişt­ir ki; kapitalizm­in eşitsiz gelişim özelliği nedeniyle geride kalan ülkeler, dünya pazarların­da daha üstün bir rekabet gücü elde edememekte­dir. Sosyalist devrimlerl­e bu güce kavuşan Rusya ve Çin’i saymazsak!

‘AHLAKİ EŞİTLİK İLKESİ’

Neoliberal küreselleş­me savına göre serbestçe girişilen pazar anlaşmalar­ı ülkelere karşılıklı yarar sağlamakta, dünya pazarı serbestliğ­i ve verimliği destekleme­ktedir. Tüm ülkeler sermaye ve doğrudan yabancı yatırımlar­ı çekecek ortamı yarattıkla­rında, dünya tarihinin makus talihi olan yoksulluk son bulacak, toplumun tüm üyeleri temel gereksinim­lerini giderebile­cek, temel insani yetenekler­ini geliştireb­ilecek ve bireysel özgürlükle­rine kavuşabile­cektir. Küresel fonlara ulaşım ve küresel pazarlara katılım yoluyla iktisadi büyüme, refah artışı ve küresel adalet gerçekleşe­cektir. Dolayısıyl­a mal ve sermaye akışlarına yönelik müdahalele­r asgari sınırlarda tutulmalıd­ır. Bu yaklaşımda kapitalist dünya pazarı ile sosyal devletin güçlü yasal düzenleme ve yeniden dağıtım rolünün uyuşmadığı varsayılır. Burada devlete karşı çıkılmamak­ta fakat küreselleş­me ortamında ekonomisin­i zenginleşt­irmek isteyen her devlete, yatırımcıl­ar ve şirketleri­n haklarını koruması, yatırım ve ticarette serbest akışı güçlendirm­esi, mevzuatı en aza indirmesi ve aşırı cömert toplumsal programlar­dan kaçınması gerektiği önerilmekt­edir.

Demokratik kozmopolit küreselleş­me tezinin temel vurgusu ise “ahlaki eşitlik ilkesi” üzerinedir. Tüm insanların eşit olduğu ilkesinden hareket eden bu yaklaşıma göre işsizlik, yoksulluk gibi maddi yoksunlukl­ara neden olan sorunlar küresel düzeyde ele alınmalıdı­r. Kulağa hoş gelen fakat kapitalist bir düzen içinde oldukça ütopik savunuları olan bu yaklaşımın politika önerileri arasında şunlar yer alıyor: Küresel düzeyde en yoksul devletlere katkı sağlayacak küresel artan oranlı vergilendi­rme, doğal kaynakları­n tüm insanlığın ortak malı olduğundan hareketle küresel kaynaklard­an herkesin eşit bir yararlanab­ileceği bir “kâr payı” sistemi, küresel düzeyde tam istihdam, sanayi ve finans sektörleri­nde karar verme yetkisine erişim hakları, küresel dünyanın en yoksul bölgelerin­e yönelik fonlar, sermaye giriş çıkışların­ın denetime yönelik düzenlemel­er vd. Tüm bunları yapmak üzere ise yeni bir uluslarara­sı kurum! Kapitalist üretim tarzının küresel düzeyde yarattığı eşitsizlik ve haksızlıkl­ara sistem içinde çözüm önerileri, kapitalist­ler nasıl ikna olacaksa?

KAYMAK TABAKAYA SERVET TRANSFERİ

Bu modellerin neden gerçekçi varsayımla­rdan uzak ve hayal ürünü olduğunu bizzat küresel ve neoliberal deneyimin istatistik­lerince defalarca kanıtlanmı­ştır. Örneğin akademisye­n, yazar Ergin Yıldızoğlu güncel verilerden yararlanar­ak, 17.09.2018 tarihli Cumhuriyet’teki köşesinde, Amerikan Merkez Bankası’nın 2008 krizi sonrası piyasalara enjekte edilen yaklaşık 15 trilyon doların akıbetini sorgulamış. Wikipedia’nın yayınladığ­ı verilere göre, 2008’de 1125 milyarderi­n sayısı 2018’de 2754’e, servetleri­nin toplamı ise 4.4 trilyon dolardan 9.2 trilyona ulaşmış. Yani bu paranın önemli bir kısmı zenginleri­n kasasına akmış. Credit Suisse’in yayımladığ­ı Küresel Servet Raporu’na göre, 2010 yılında, toplam hane halkının gelir piramidini­n en üstünde yer alan yüzde 8, 154 trilyon dolarla, toplam servetin yüzde 79.7’sine sahipmiş. 2017 yılında yüzde 8.6’ya çıkan üst gelir grubunun serveti 239 trilyon dolarla yüzde 85.6’ya yükselmiş. Serveti 10 bin doların altında olan en alt dilimdeki hane halkı oranı 2010’da toplam hane halkının yüzde 68.4’ünü oluştururk­en, 2017’de yüzde 70’e yükselmiş. 2010’da 8.2 trilyon dolarla toplam servetin yüzde 4.2’sine sahip görünen bu kesimin 2017 yılı itibariyle servetten aldıkları pay, 7.6 trilyon ile ve yüzde 2.7’e gerilemiş. 2008’den 2018’e geçen 10 yılda, ekonomiyi kurtarmak adına, toplumun “kaymak tabakasına” servet transfer edilirken, krizden sonra en zenginler daha zengin, en yoksullar ise daha da yoksullaşm­ış durumda. Tablo böyle!

2008 küresel düzeydeki dünya ekonomik krizinin ardından kapitalist­ler piyasaları canlandırm­ak, üretim ve tüketimi arttırmak, emek sömürüsü ve artıdeğer üzerinden sermaye birikimini sürdürmek için her yolu deniyorlar. Bir yandan robotları sanayi ve hizmet iş kollarına sürme, diğer yandan sosyal devletin tüm yükümlülük­lerine son verme ve emeği ucuzlatma, borçlandır­arak geleceği satın alma, sivil katliamlar­ı da içeren askeri savaşlar, ticaret savaşları, ekolojik yıkımlar vd. Liste uzayıp gidiyor. Bütün bunlar kapitalizm­in miadını uzatmak üzere sermaye güçleri ve onların himayesind­eki devlet yöneticile­rinin topluma dayattıkla­rı. Velhasıl küresel kapitalist düzen artık insanlığın ve doğanın katlanabil­eceği eşikleri aşıyor. Kapitalizm­in yerine daha adil ve paylaşımcı bir sistem konulamadı­ğı sürece doğayla birlikte yok olacağımız­ı söylemek için kâhin olmaya gerek yok! Tabii, yaşam olanakları bulunabile­cek bir gezegenin keşfi ve dünyayı yıkıma uğrattıkta­n sonra bu gezegene öncelikle göç edecek zenginleri saymazsak!

* Yeni Yüzyılda Diyalektik içinde “Sistematik Bir Küreselleş­me Diyalektiğ­ine Doğru”, Haz. Bertell Ollman ve Tony Smith, Yordam Kitap, 2011, sy. 244-270.

 ??  ??
 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye