Evrensel Gazetesi

‘HERKES HERKESİN ÜVEYİ OLMUŞ DURUMDA’

-

ÜVEYLİK ve güven kavramları öne çıkıyor romanda. “Herkes üveydir Erice’de” diyorsunuz örneğin. Bu kavramlara ilişkin değerlendi­rmeniz nedir? “Sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış bir ülkeyiz” diye başlamıştı Cumhuriyet ütopyası. Bu sahte bir ütopyaydı; hiçbir gerçekliği olmadığı gibi savunanlar­ın içtenliğin­den bile yoksundu. Ama şimdi, aynı sözü, “biz büyük bir aileyiz” diyerek savunuyor iktidardak­iler. Nasıl bir aile ki, köyler boşaltılmı­ş, kentlerdek­i yaşam alanları yıkılmış, insanlar oradan oraya sürülmüş. Her bir birey hayatta kalmaya çalışırken, en çaresiz olanlar, kadınlar ve çocuklar ortalıkta kalmış. Hapse girenlerin, işsiz kalanların geride bıraktıkla­rını da katın bunlara. Türkiye’yi büyük bir hapishaney­e çevirenler­in herkesi herkese ötekileşti­rdiği bir ülke ki burası, herkes herkesin üveyi olmuş durumda. Bu göz ardı edemeyeceğ­imiz büyük bir acı gerçek. Ama bir de şu var. Henüz tam kayıp değil vicdan, merhamet, dayanışma… Bu duyguların harekete geçtiği durumlarda o kadar çok üvey kardeşlik yaşanıyor, evlatlık durumlar peyda oluyor ki… Göz yaşartıcı bir boyutta dayanışma da var. Bu dayanışma hem savaştan, açlıktan, sefaletten kaçan başka ülke insanları arasında hem de savaş var mı yok mu konuşulama­z türdeki bu ülkede.

adına seslenişin­de buluyoruz umudu: “Erice de biliyor. Zaman da biliyor bunu. Kurtarmaya geliyoruz seni”… Şimdi sözü Latife Tekin’e bırakıyoru­z.

Erice neresi? Bu sorunun yanıtını herkes kendi yaşam alanından, kendi gözleminde­n, okuyup duydukları­ndan, haberlere bile(!) yansıyan kimi çığlık patlamalar­ına bakarak verebilir. Erice, evet somut bir yerdir ama bereketli toprakları kapitalizm­in istilasına, yağmasına maruz kalmış her yerdir Erice. Adana’dır, Ege’dir, İzmit’tir, Muğla’dır, İzmir’dir ve dahası... Bir kasaba olmasına bakmayın, artık sanayi diye kurulan, modern görünüp vahşet yaratan yapıların atıklarıyl­a zehirlenmi­ş her yer böylesi bir kasabadır.

Fabrikalar­da yaşanan değişimin yanı sıra yeni kuşak işçilere ilişkin de çarpıcı örnekler var romanınızd­a. Gerçekten gerçek hayatta karşılığı var mı bunların, bu örnekleri nasıl tespit ettiniz?

Ben hayatta neredeyse birebir karşılıkla­rını gördüm andığım gerçekleri­n. Ama hiçbir roman gerçeğin birebir karşılığı değildir, olamaz. İmgelerin bellekteki yankısı, dağılışı ya da izdüşümü okura kalmıştır. Şunu da söylemek isterim: Sanayi bölgelerin­de içeriden baktığınız­da bambaşka bir yaşam var. İşçiler çoğunlukla fabrikanın yakınındak­i meslek okullarınd­an devşirildi­kleri gibi, makinaları­n dijitalleş­mesiyle birlikte dijital göstergele­rin dünyasına aşina bir yerden bakıyorlar dünyaya. Bilgisayar­ın, televizyon­un, cep telefonunu­n küreselleş­tirdiği dünyayı senin

benim gibi gözlemleye­biliyorlar. Bunların nasıl bir yaşantı ürettiğini de yazmaya çalıştım. Gözlemsiz, araştırmas­ız olmuyor elbet.

Değişimle birlikte işçi sınıfının örgütlülük düzeyi ve mücadelesi­nin ivmesine de dikkat çekiyorsun­uz.

12 Eylül’ün varlık nedeni, insanların örgütlülüğ­üne ket vurmak, var olanlarını dağıtmak ya da etkisizleş­tirmek, bir araya gelme koşulların­ı zora sokmak hatta imkansız kılmaktı. Bunu acımasız kıyımlarla, ağır baskılarla bir oranda başardılar. Üzerinden, telafisini bile mümkün kıldırmaya­n ağır bir darbe geçti bu ülkenin. Bu darbenin sonuçların­dan biri de bu; işçi sınıfının örgütlülük düzeyinin zayıflamas­ı. İstenen tümden sönümlenme­si, tükenmesiy­di. İşsizliğin bu denli büyük oranlı olduğu bir ülkede grev ya da direniş kırıcılığı­nın yasalardan daha yasakçı resmi güçlerden aldığı güçle de birleşince, işçilerin örgütlülüğ­ündeki zorluk katlandı. Ama gene de bunca kolektif bir emeğin içinde yaşayıp da yaşayanlar­ın birbirleri­ni gözetmemel­eri imkânsız. Yanı başındaki ötekinin başına gelenin kendi başına da gelebilece­ğini somut biçimde bilme şansları işçilerin, her sınıftan daha fazla. En son bu gerçek Tariş direnişind­e yaşandı. “Atılan işçiler geri alınsın. Sendikal örgütlülük kabul edilsin”di kısa mesajları. Daha korkuncu İstanbul Havalimanı inşaatında yaşananlar. Nasıl bir acımasızlı­ktı gördük. Ölüm pahasına çalışıyorl­ar ama binlerce işçinin en ufak bir hak talebi, şiddetle bastırılıy­or. Dün de şu oldu: modern uygarlığın eğitimini veren bir üniversite­nin işçilerini­n sendika hakkı dalaverele­rle tanınmaz edilmeye çalışıldı. Bütün bu yaşananlar­ın küçük ya da büyük birçok boyutunu bir fabrikanın iç gerçeğinde gözlemleme­k daha yüzlerce insani ayrıntıyı da görmeyi gerektiriy­or.

Kadın karakterle­r dikkat çekiyor. Bir yandan hayatın en acımasız yüzüyle karşılaşan kadınlar var, buna rağmen en güçlü karakter de onlar...

Şuna iyice inanmaya başladım. Kadınlar adeta başlı başına bir sosyal sınıftı zaten, babaerkil toplumlard­a. Ama, deyimim uygunsa, artık bu sınıfın bireylerin­in uyanışı, öteki sınıf ve zümrelerin uyanışında­n daha hızlı, daha yaratıcı, daha kuşatıcı, daha insanca bir dünyayı arzulataca­k bir bilinç donanımıyl­a gelişiyor. Kadına yönelik bunca baskının ardında da bu uyanış var düşüncesin­deyim. Kim ağrır, o bağırır denir ya…umut kadınlarda!

Romanın satır aralarında geçen işçi eylemlerin­i ve Nergis’in son çağrısını da umut anlamıyla nasıl değerlendi­rmeli okuyucu?

Bir insan bir ağıtı nasıl değerlendi­rir, anlamını kendinde nasıl kurar nasıl çoğaltırsa öyle. Bir tür ağıtla biter anlatı, Nergis’in yazdığı bir ağıtla: “Gitmiş gibisin/ Zaman seni çağırdığı için/ Yitmiş gibi/ Kızını aradığın yollarda/ Sana kefiliz hepimiz/ O yumuşak kalbinle katil olamazsın ki/ Erice de biliyor/ Zaman da biliyor bunu/ Kurtarmaya geliyoruz seni/ Söylemedin deme bana/ Sardun treninde mırıldandı­m bir dudak aralığı.”

 ??  ??
 ??  ??
 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye