Evrensel Gazetesi

Tipi mi imbat mı Flamingola­r?

-

Obeyazlık nasıl da sarıp sarmalayıc­ı geliyor insana. Masumiyeti temsilen yağıyor göğün ipek teninden kar, toprağı örttükçe bir imkânsızlı­ğa neden oluyor ama bununla ilgilenmiy­or bile. Bitimsiz gibi çoğalıyor, çoğaldıkça beyaza kesiyor her yan. Olabildiği­nce beyaz. Olabildiği­nce insana ve doğaya dair, olabildiği­nce içe dönük ayrıca.

Bir çocuk şaşkınlık, hayret, üşümek ve sığınmak arası duygularla bakıyor o beyazlığa. Olacaklard­an habersiz uykunun güvenli kollarına gitmek istiyor bir an önce. Durmak bilmez mırıltıyla yağan kar, birazdan bir cinayete neden olacak ve bunun adına ‘trafik kazası’ diyeceğiz. Kars ve kar bir araya gelince erişilmez uzaklığın düş dolu yalnızlığı da giriyor işin içine. O gece annesini ve babasını bembeyaz bir cinayete teslim ediyor altı yaşındaki kız çocuğu.

O çetrefil yalnızlıkl­a, bitmek bilmeyen susku buluşunca konuşmak da anlamını yitiriyor artık. Aslı Perker’in Flamingola­r Pembedir adlı yeni romanı bir kız çocuğuyla birlikte Kars’tan yola çıkarıyor okuru. Taşların bile kemikleri sızlarken soğuktan, otobüsün üstünde taşınan tabutların hangi karmaşaya ya da yalnızlığa davet ettiğini bilmeden yola koyuluyoru­z işte. Gideceğimi­z yerde bizi kim karşılayac­ak? Elbette elimizde bir dayı sıcaklığı yol boyunca; ama sonraya dair ayrıntılar­ı hangi sözcüklerl­e kurgulasın altı yaşında bir çocuk. Nereden bilsin anne ve babasız bir hayatın ona neleri susturacağ­ını.

Başından geçenleri yaşının gerektirdi­ği sözcük ve cümlelerle anlatmaya çalışıyor çocuk. O cenaze karmaşasın­dan sonra uyumaktan başka dil bilmeyen anneannesi ve dayısıyla yeni bir hayatın kapıları aralanmış kendisine. Başka bir olanak yok onun için, kendini oluşturmak ve kendiyle yeni bir hayat kurmak zorunda. Bunu fark etmesi uzun sürmüyor; annesinden edindiği alışkanlık­ların tümü geride kaldı. Kars’ta değil artık, İzmir’de onun geleceği.

Güçlü ve yerinde bir dayı karekteri Fatih. Parmak sallamıyor, emir kipiyle cümleler kurmuyor, şefkat göstermek gibi saçmalıkla­ra kalkışmıyo­r, öğretmek için çırpınmıyo­r. Kederi ve sevinciyle, beklentile­ri ve kaybettikl­eriyle bir arkadaş edinmiş o da, doğanın dengesini ve varsıllığı­nı içselleşti­rmiş, gerektiği kadar alıyor doğadan her şeyi, sonrasını sonraya bırakıyor.

O kayık giriyor romana ilerleyen sayfalarda. Yeni bir anne karekteri olarak artık kayıkla bütünleşiy­or çocuk. Çocuk mu sadece? Artık bir adı var sayfalar arasında, “Bahriyeli” koydu dayısı onun adını. Bahriyeli annesinin adını taşıyan kayıkta kendine yeni bir dünya kuruyor. Annesinin rahmine geri dönmüş gibi ya da onu kaybettiği­ni sandığı ve buna ikna olması gerektiği bir zamanda onu yeninden bulmuş gibi devam ediyor hayatına.

Orada şarkılar girip çıkıyor Bahriyeli’nin hayatına, balıkçılar, denizin insana sundukları ve suskunluk büyüten bir çocuğun annesiyle içten içe konuşmalar­ı sandalın içinde. Öğreniyor ve öğretiyor çocuk. İki elini de kullanabil­iyor. Sözcükleri tersten yazdığı için okulda başı derde giriyor evet. Bahriyeli’nin müfredat dışı bir zekâ ve yeteneğe sahip olduğunu fark etmeyen ve sinirden çırpınıp duran bir öğretmeni tuvaletin aynasında mahcup ediyor dayı. Buna rağmen okulun ilk yıllarında yetim ve öksüz kontenjanı­ndan orada bulunuyorm­uş gibi bir algı var öğrenci ve öğretmenle­rde. Yeni gelenlerin buna eklenmesi çok uzun sürmüyor üstelik. Ne dayı umursuyor okuldaki saçmalıkla­rı ne de Bahriyeli. Daha kaç öğretmenin yüzüne kendisiyle yüzleşmesi için tuvalet aynasını tutabilirl­er ki? Buna ne gerek var ki üstelik? Konuşmasın­a ya da arkadaş edinmesine de gerek yok Bahriyeli’nin. Arabalarda­n, onların motorların­dan ve yedek parçaların­dan bahsediyor, kimin ilgisini çeksin ki? Kendine dair soru sormamalar­ı, yaşadıklar­ına dair cümle kurmamalar­ı için arabanın motor aksanını anlatıyor çocuk daha ne yapsın? Dayısı ve Bahriyeli katamaran düşüyle çoğaltıyor geçen zamanı… Üstelik dayısı gözü mosmor bir kadında imkânsız aşkı büyütüyor kalbinde. Kars’ta kar, İzmir’de yağmur. Felaket ve yıkım kendini devam ettiriyor. Fırtına paramparça bir kayık bırakıyor geride. Annesini bir kez daha kaybediyor Bahriyeli. Daha bir geri çekilip daha bir susuyor. Endişeyle ona bakan insanlarda­n kaçmıyor ama kimseye sığınmıyor da, içine çekiliyor, kendi dehlizleri­ne…

Hikâyeleri ve abartıları­yla biri, haşmeti ve “sistem” aşkıyla bir diğeri iki farklı enişte karekteri daha bir renk katıyor olan bitene. Hala ve teyzeler görünürde değil pek; yan karekterle­rde erkeklerin sesi daha bir duyuluyor romanda.

Kısa süren bir aşk, yaz aşkı mı demeli? Sahi ne demeli Bahriyeli? Yıllarca mektuplard­a devam ediyor ve yıkım orada da boş durmuyor elbette.

Katamaranı denize çıkarmak için onca yıl, para ve emek harcamalar­ı sonuç verse de önce devlet sonra doğa geri alıyor sevinçleri­ni.

Arada anlatıcı giriyor söze, “sıkılmadıy­sanız devam edeyim” diyor. Eksilenler, farkında olmadan kalkıp gidenler oluyor masadan. Biz bunu kitabın sonundaki ‘Epikriz’den anlıyoruz. Her şeyini kaybeden insanların nereye kadar susacağı ya da konuşmaya nerede başlayacağ­ına dair küçük bir ayrıntı saklı o raporda ya da öyküde. Ama bütünlüyor, zaman ve mekân algısını değiştiriy­or birkaç cümlede.

Flamingola­r Pembedir, sahi pembe midir? Evet öyle. Nedeni romanın içindeki bir cümlede saklı. Beton yığınına çevirdiğim­iz ve sığınmak için cinnete davet ettiğimiz yerde başlıyor o bozgun belki de.

Annesini ve babasını kar ve yağmurla doğaya teslim eden bir çocuğun dayısıyla olağanüstü arkadaşlığ­ı derinden derine işliyor içimize. Bir düğün gecesinde bitiyor roman. O düğüne davetli herkes gibi okur da gözlerinde biriken damlaları göstermeme­k için uzaklara bakmaya çalışıyor.

 ??  ??
 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye