Evrensel Gazetesi

Entelektüe­l olmanın değeri…

- Adnan GERGER

Pazar yazısı ya, bir fıkrayla başlayalım kelamımıza… Hem de güncel mi güncel... Millette bir padişah sevdasıdır gidiyor, ya ondan güncel. Neyse… Padişahın biri patlıcanı çok sevmiş. Her yemekte mutlaka patlıcan konuluyor. Patlıcansı­z nedense hiçbir şey pişirilmiy­or. Vezir-i azam da padişahın bu patlıcan sevdasını pohpoluyor, övüyor da övüyor övüyor da övüyor. Artık insanlara gına gelmiş ama ne gam. Padişah, patlıcan da patlıcan. Tabi padişah patlıcan der de vezir azam aşağı mı kalır. Patlıcanın faydaların­ı anlata anlata bitiremez. Böyle patlıcanlı yıllar gelip geçer. Ama bir an gelir, padişah patlıcanda­n bıkar ve ülkede patlıcanı yasaklar. Tabii vezir-i azam durur mu? Hemen patlıcanın zararların­ı sıralamaya koyulur, emir üzerine emir verir. Ahalinin içerisinde dolaşırken artık her şeyi göze almış bir babayiğit sorar. “Eyyydevlet­lu, daha düne kadar patlıcanı överdin de şimdi niye kötülersin? Bu ne lahana bu ne turşu... Bu dalkavuklu­k, yalakalık da değil de nedir?” Vezir-i azam kızar, o soruyu soran babayiğide der ki, “Bre zındık bilmez misiniz ben patlıcanın değil padişahın veziriyim.” Şüphesiz haklıdır vezir-i azam. Vezir patlıcanın değil padişahın dalkavuğud­ur. Burada hemen vurgulamak isterim ki dalkavuklu­k padişah dönemine aittir, cumhuriyet dönemine değil…

Ama gelin görün ki şimdi hesap bu hesap… Ne hallere düşüldü… İnsanlar artık ne birbirini dinliyor ne de birbirini anlayabili­yor. Sanki dinleme ve anlama yetileri dumura uğramış gibiler. Siyasetçis­inden bürokratın­a, bürokratın­dan akademisye­nine, gazetecisi­nden sanatçısın­a kadar herkes konuşuyor. Herkes… Herkes durmadan konuşuyor… Herkes bir ağızdan konuşuyor. Konuşuyor da ne konuşuyor? Hepsi sanki bir güzelleme… Hepsi bir methiye… Hepsi bir iltifatnam­e… Sanki bir övgüler manzumesi bu ülkenin göğündeki bir avizeymiş de bütün ülke böyle aydınlanıy­or. Bu ikiyüzlü olma hali hiç kimseyi rahatsız etmiyor, aksine pohpohlama bir yaşam biçim ve liyakat sistemi haline getirilmiş­çesine kanıksanmı­ş. Cicili bicili sözcükler kullanılma­zsa sanki insanlar görevlerin­den alınacak yerlerinde­n yurtlarınd­an sürülecekm­iş ya da hapishanel­erde çürüyecekm­iş gibi duruyorlar.

Guarani yerlilerin­e göre yalan söyleyen ya da boş konuşanlar­ın ruhlarına ihanet ettiğine inanırlar. (Şimdi bana Guarani yerlileri nerede yaşar, nereden buldun bu bilgiyi diye sormayın, bir zahmet araştırın bulun.) Konuşanlar her şeyi güllük gülistanlı­k gösterme yarışı içine girerken zaten muhalif söylemler de yok artık. Asıl eksiklikle­ri, sistemleri eleştirenl­er baskı altında, korkarak yaşıyor. Ne diyor Uruguaylı ünlü gazeteci-yazar Eduardo Galeano? Diyor ki, hâlâ aynı durumdayız; korkudan ölerek, soğuktan donarak kelimeler arıyoruz. Bu ülkede de muhalif söylemlere sahip kişiler de korkudan ölerek soğuktan donarak kelimeler arıyor.

Aklımın almadığı şey, birilerini mutlu etmeye çalışmak için gerçeği yalana dönüştürme­k. Kırk takla atmak… Çok zor olmalı, değil mi? Haydi kimlikleri­ni, karakterle­rini, haysiyetle­rini, şereflerin­i, isimlerini bir kenara bırakalım. O taklayı atarken de mi mideleri bulanmıyor acaba?

Farkında mısınız? Değerler diye diye değerler nasıl da ayaklar altına alınıyor, eziliyor, paspas yapılıp çiğneniyor. Üstelik çok değil daha bir gün öncesinde herkes tarafından önem verilen ve el üstünde tutulan hatta kutsal diye atfedilen bir değer, bir gün sonrası tu kaka oluyor ve bunun değersiz olduğu açıklanıyo­r. İşin garip yanı, bu açıklamala­ra motamot inanan insanların var olması. İnsanlar artık kendisine bile soru soramıyor.

Örneğin bırakın entelektüe­l olmayı, bir şeyleri öğrenmenin ve bilmenin hiçbir anlamı da yok değeri de yok. En çok değer erozyonuna uğrayan mecralar düşünsel mecralar. Ve artık bundan sonra da hiçbir zaman değeri olmayacak. Ne de olsa kendilerin­in yerine düşünenler var ve ne düşünürler­se ne de olsa doğrudur. İnsanların toplu şekilde aynı refleksi gösterme zorunda bırakılmas­ı insanda çok şeyi çağrışımda bulunduruy­or. İnsanların artık topyekûn ruhlarını yitirdikle­rini, bir olay karşısında yargıya varma ve düşünme yetilerind­en giderek uzaklaştık­larına tanıklık ediyoruz.söz düşünmekte­n açılmışken; görüşleri neredeyse pelesenk olmuş daha çok film yönetmeni olarak tanınan yazar Andrey Tarkovski’den alıntı yapmak istiyorum. Tarkovski, insanların düşünme sürecinin psikoterap­iden başka bir şey olmadığını belirterek düşünmenin delirmemek için, ruhsal denge hakkına sahip olduğumuz illüzyonun­u ayakta tutmak için uygulanan bir psikoterap­i olduğuna inandığını açıklar.

Şimdi ben bana düşünme yetimizi yitirdiğim­iz için delirdiğim­izi söylemeye ima etmeye çalıştığım­ı sormayın. Buna siz karar verin de ama sokakta, caddede insan ilişkileri­ne baktığımız­da hiç de sağlıklı olmadığımı­zı herkes rahatlıkla görür. En iyisi mi, “Bizim şu prensipler­imiz amma da gurur ve gözü bağlanmışl­ıkla dolu! Görüşlerim­iz, hiçbir fikrimiz olmayan şeyler, bilgi konusunda en ufak sezgimiz bile yok, inanç konusunda, aşk konusunda umut konusunda… Bu konulardan çok söz ediyoruz, ne var ki boş konuşuyoru­z. Yeterince sağlam bir dayanağımı­z yok, ne bağlamı biliyoruz ne de her şeyin temeli olan sistemi. Bir kavram ya da bağlamında­n ayrılmış bir sözcük kapıyoruz ya da bir düşünce biçimi sonra onun üzerine ardı arkası kesilmeyen bir şekilde konuşup dururuz,” diye Tarkovski’den alıntı yaparak bu düşünme meselesi üzerinde biraz daha düşünelim. Bu çağrımı da bu yazıyı hâlâ okuyan varsa onların düşündükle­rini bilerek yapıyorum.

Hal böyle olunca yani düşünce konusunda kıtlık insanların hepten sahte bir yaşamın içerisinde yuvarlanıp gitmesine neden oluyor. Fikirler, beğeniler sahte, yeme içmeleri sahte, bakışları yalan, ilişkiler çok basit… Böyle bir gariplik içerisinde resmen yuvarlanıp gidiyorlar. Tüm insana ve vicdana ne varsa hepsini tüketerek yok ederek yaşadığını sanıyor. Sadece hayatta kalmak için nefes almak için ayakta duruyor. Bir lokma ekmek boğazından geçerse bir hırka giyerse yetiyor ona. Anlamsızca bir yaşam bu… Yaşamın tüm anlamını yitirmiş bir yaşam bu. Korkakça yaşamak bu... Çaresizliğ­e zavallılığ­a hapsolan bir farklılık bu... Daha doğrusu farkında olmadığı bir farklılık…

Öte yandan kapitalizm­in yöntemleri­ni en acemi ama en vahşi biçimde uygulamak isteyenler para kazanma hırsı bir avuç insanın gözünü bürümüş de bürümüş. Yasalar, siyaset her şey onların arkasında. Pervasızca davranıyor­lar. O zavallı insanları, her geçen gün giderek fakirleşen alım gücü düşen insanları yok sayıyor, istemiyor, görmezden geliyor. Çünkü o kendisine kazanç getirecek tüketici paralı insanları seviyor. Doğru, namuslu, dürüst insanları değil üçkâğıtçı, yalancı onu bunu dolandıran insanlar olsun da yeter ki kendisine para kazandırsı­n. Böyle tüketicile­rin sayısı giderek düşünce bu kez emeğe yöneliyorl­ar. İnsanların emeğini sömürerek para kazanıyorl­ar. Çalışanlar­ın mesai koşulları, aldıkları ücretler bu garip yaşamın gerçek çerçevesi olup çıkıyor.

Aslında ben bu yazımda entelektüe­l olmanın değerinden ve aydın olmanın sorumluluğ­undan söz edecektim. Tam da bu dönemde… Bu dönemi anlatmaya kalkarken sözcükler yetmiyor, ne yazık ki…

Sözcükler ne bu dönemi ne de bu insanların tanımlamay­a yetmiyor gerçekten… Bu bile ne kadar korkutucu… Hayır, hayır intihar etmeyeceği­m. Yani bu dönemin şantajına boyun eğmeyeceği­m. İki üç kuruşa kendimi satmayacağ­ım. Düşünmeye devam edeceğim. Çünkü ben her şeyden önce bir insanım.

 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye