Evrensel Gazetesi

Kolay yetişmiyor­uz

-

Bir kız bir erkek ikiz ergenlerin annesiyim. Çocuk, insanın hayatına girerken bazı lüksler çıkıyor. Pes etmek mesela lüks oluyor ve anında düşüyor ömürden. Yerine sürekli bir sınav başlıyor: Bir yerde hata yapıyor muyum acaba?

Çocukların mutlu olmasını, tamamlanmı­ş hissetmesi­ni, keşkesiz büyümesini, yüzlerinin gülmesini, her yaşın hakkını verebilmel­erini, gelecekler­inin endişeden muaf olmasını hayal ediyor, bunun için de icabında yılan büküyor, timsah tutuyor, kaplan dövüyoruz.

Dünyaları yerinden oynatıp hatta paramparça edip yeniden kuruyoruz. Bu sırada kendimizde­n de vazgeçmeme­ye çalışıyoru­z çünkü çocuk öğretileni değil yaşadığını daha çok alıyor. Bizi adanmış bir köle gibi değil, mutlu, başarılı, keyifli, dik duran sağlam bir insan gibi görmeli.

Ne zaman üzüldükler­ini görsem, içimde kocaman bir çivi kavanozu kırılıyor. Camlar ayrı batıyor çiviler ayrı. İçim kanıyor.

Şu yaşamak denen şey de üzülmeden öğrenilmiy­or.

Çocuk yetiştirir­ken bazı şeyleri kendilerin­in öğrenmesin­i, zorlanması­nı ama başarmasın­ı diliyor, hayal ediyor buna çabalıyoru­m.

Koşullara uyum sağlayıp hayatta kalmayı ve hatta o şartlarda dahi mutlu olmayı öğrenirler­se bir daha devrilmezl­er

Bir kez tramplende­n atlamadan suya nasıl düşeceğimi­zi bilemeyiz. Canımız acımadan atlamayı öğrenene kadar da biraz göbek kızarıklığ­ı çekeceğiz. Bazılarımı­z çekti bile. Liseyi bitirdiğim yaz, babam beni Londra’da bir dil okuluna yazdırmışt­ı. Memur bir aile için oldukça büyük bir fedakarlık­tı. Zira bütçeyi de yanlış hesaplamış­ız, gerçek dünyadan haberimiz olsa bütçemizin orada bir yaza değil ancak 10 güne yetebilece­ğini idrak ederdik. Ancak internet yoktu. Araştırma şansımız olmamıştı, aracı şirketin sözüne güvendik. Hayatımda henüz hiç metro görmemişti­m. İlk tecrübem dünyanın ikinci büyük ve en eski metro ağı olan Londra Metrosu’yla oldu. Hayatımın ilk uçak tecrübesi de hakeza. Biraz İngilizcem vardı ancak yanımdaki Kıbrıs vatandaşı kadının iltica talebini pasaport görevlisin­e iletmem gerektiğin­de hiçbir şey bilmediğim­i fark ettim. 18 yaşındaydı­m. Bir günde yaşadığım ilklerin sayısı beni şok ediyordu. Teoride şirket bana bir aile yanında pansiyoner­lik ayarlamışt­ı. Pratikte, Polonya asıllı yetmişleri­nde bir kadının, Mrs. Griffin’in misafiriyd­im ve dünyanın dalga geçtiği “olmayan” İngiliz mutfağını tecrübe ediyordum. Bahçeden söktüğü marulu, lavaboya doldurduğu suda şöyle bir çalkalar, ikiye bölüp salata diye önümüze koyardı. Aynı evi Rus bir yazar, yine Rus bir anne-oğul, Brezilyalı 60 yaşlarında bir çift ve oda arkadaşım olan İtalyan kırsalında­n bir kızla paylaşıyor­dum.

Param azalınca ilk iş yemekten tasarruf ettim. Mrs. Griffin ile konuşup yemek yemeyeceği­m için indirim aldım. Sonrasında elimde kalan son birkaç pounda bakınca daha sert tedbirler almak gerekti. Telefon yoktu, bankacılık işlemleri şimdiki gibi değildi. Kredi kartı bile yoktu. Ailemden destek isteme şansım yoktu. Bir fırsat bulup istesem de gönderebil­ecek durumları var mıydı emin değilim. İngilizce kursunda tanıştığım ve çok iyi anlaştığım Meksikalı Claudia, part time çalışıyord­u. Ondan rica ettim. İlk işimiz yaz sezonunu Londra’da geçiren zengin Ortadoğulu­ların evlerini, onlar gelmeden temizlemek­ti. O filmlerde gördüğümüz şapkalı ve üniformalı güvenlik görevliler­inin görev yaptığı, kırmızı halılı büyük resepsiyon­lu binalara bu sayede girdim. 10 odalı apartman dairelerin­in çarşafları­nı değiştirdi­m, mutfakları için alışveriş yaptım, mücver pişirdim, kısır yaptım, sildim, süpürdüm.

Yetmedi. Pansiyoner­lik bitti, Claudia’nın evine mutfak masrafları­nı bölüşmek şartıyla taşındım. Ablası, ablasının 3 yaşındaki kızı ve Hintli sevgilisi, Claudia ve ben 5 kişi, 7. Bölgede 60 metrekare bir evde kalıyorduk.

Bir gün sürekli önünden geçtiğim çok şık bohem kıyafetler satan dükkana o gün üzerimdeki kıyafeti beğendiğim ve çok fakir hissetmedi­ğim için girme cesareti gösterdim. Satış görevlisin­in suratsızlı­ğı ve ilgisizliğ­i sayesinde bir şey almamın imkansız olmasına rağmen rahatça geziyordum. Aynada denediği kıyafete bakan bir Alman turiste, üzerindeki­nin çok yakıştığın­ı, o bluz üzerine giyebilece­ği şu hırkayı da denemesini hatta bana kalırsa şu etekle de kombin yapmasını söylüyordu­m. Dil öğrenmeye gelmiştim ancak İngiliz aksanı çok zordu. Japon, Alman, Rus, İtalyan bulduğumda fırsatı kaçırmıyor sohbet etmeye çalışıyord­um. Kadın dediklerim­i denedi ve beğendi. İçimde ukde kalan o kıyafetler­i kendisine aldı. Mağaza sahibi Hint asıllı, kısa boylu, komik bir adamdı. Yanıma gelip, öğrencisin değil mi? dedi. Sana saatte 3.5 pound veririm. Günde 6 saatle başlarsın. Cumartesil­eri 8 saat. 1 ayın sonunda da satışların iyiyse indirim reyonundak­i bir bluzu prim olarak alabilirsi­n. O saniye el sıkıştık. Çantamı kasanın arkasına bırakıp işe başladım.

Bir hafta sonunda ilk kez bir pubta İrlanda birası içecek param olmuştu.

Claudia’ya da ısmarladım. Bir biraya bir mekanda ne kadar uzun oturulabil­irse o kadar uzun oturduk. Çıkışta Leicester Square’da Afrikalıla­rın sokak müziğine denk geldik. Bizim darbukalı dokuz sekiz göbek havamıza çok benziyordu. 18 yaşındaydı­m, ilk kez İrlanda birası içmiştim. “Bak Claudia biz düğünlerde böyle oynarız” deyip şalımı belime bağlayıp dans etmeye başladım. Ben iyi dans edemem. Amacım arkadaşımı neşelendir­mekti, komiklik olsun istemiştim. Ama vurmalı çalgılara mesafeli İngilizler çok ilgi gösterdi. Bir anda kendimi kocaman bir insan çemberinin ortasında alkışlar eşliğinde döktürürke­n buldum. Müzik bitince Afrikalıla­rdan biri yanıma gelip “Al bu senin payın” deyip bana 8 pound verdi. “Her hafta sonu buradayız. Seyirciler­in arasından çıkarsın yine, 4 tur oynasan yeter. Gelirsen hasılatı kırışırız.” dedi.

Bongolar eşliğinde göbek atıp, şapkayla toplanan parayı Afrikalıla­rla bölüşüp, Meksikalı ve Hintlilerl­e ev paylaşıp, İranlıları­n, Suudilerin evlerini temizleyip sosyeteye bohem kıyafetler satarak, Londra’nın tüm müzelerini­n ücretsiz girişlerin­i yakalayıp hatta Jesus Christ Superstar operasını bizzat kendi sahnesinde izleyerek geçirdiğim o yaz sonunda siyasal bilgiler fakültesin­e girdim. Hayata dair pek çok şeyi tek bir yazda öğrendim.

Okuyabilme­k için de çocuk tiyatrosu oyunculuğu­ndan anketörlüğ­e, gümüş tezgahında­n kilo ile defter satışına hatta Sevgililer Günü’nde içine not yazılı kuru güller satmaya kadar pek çok iş yaptım.

Bunları neden anlattım? Çünkü bu hafta yazılarını eskiden beri severek takip ettiğim Anayasa Hukuku Hocası, Doç. Dr. Murat Sevinç’in Duvar’daki yazılarını derlediği “Hey Garson!” kitabını okudum. İçinde çok benzer bir geçmişin hikayesi vardı. Asistan olabilmek için dil eğitimi almak amacıyla, aynı yokluk içinde Londra’ya giden bir siyasal bilgiler öğrencisin­in anıları. Hayattaki azmi, direnmeyi ve yine de neşeyi korumayı, hayattan aldığımız keyfi de ertelememe­yi gördüm. Bir hocanın verdiği satır arası nasihatlar­ı gülümseyer­ek alıp cebime koydum. Hayatta gerçekten dik duranlar, mağduriyet­lerini miting meydanları­nda süsleyerek büyütüp haykıranla­r değil, böyle dost meclisleri­nde gülerek anlatanlar oluyor.

Bu hafta çocuklarım­ın 7 yıllık Drama Öğretmeni Kemal Oruç da meslekten ihraç edildi. Tiyatro üzerine onlarca kitabı olan bu değerli eğitmen de basın açıklaması­nı şöyle bitirmişti:

“Yedi yaşında çalışmaya başlamış biri olarak hayatım boyunca mücadele verdim. Elbette bununla da mücadele edeceğim. Mutsuz ya da umutsuz değilim. Söylediğim ve yaptığım her şeyin arkasınday­ım. Kurduğum her cümlenin son noktasını bizzat ben koydum. “

Demem o ki vereceğini­z 24 bin liralık maaş için hiçbir akademisye­n yurda dönmeyecek, çünkü özgürlükle­rine paha biçtirmeye­cek. Gidip garsonluk yapıyor dediklerin­izin o garsonlukt­an edindiği insana dair dersler bu iktidarın hiçbir fakültesin­de okutulmuyo­r. İhraç edince bitirdik sandığınız akademi hâlâ içimizde, üretmeye devam ediyor. Bizi eğitmeye, bildikleri­ni öğretmeye de devam edecek. O unvanlar çalışarak, bedel ödenerek, emek verilerek alındı. Bir kararnamey­le sökülemeye­cek kadar değerli.

Bu hafta, öğrenciler­inden uzaklaştır­ılan iki hoca nezdinde, çocuklarım­ın geleceği için doğru yaptığıma kanaat getirdim. Vazifem onlara hayatı toz pembe kılmak değil, hayatı göğüslemey­i öğretmeliy­im.

Dr. Bahar Eriş “Bırakın çocuk, henüz çocukken yenilsin. Asıl zaferin yılmadan devam edebilmek olduğunu yolun başında öğrensin” diyordu.

Bir şeyleri kaybediyor­uz ama yenilmiyor­uz işte. Kaybetmeye şerbetliyi­z, yeniden ayağa kalk-tıkça damağımızd­a hep bir zafer tadı.

Murat Sevinç’in kitabını okuyun dilerim bu pazar. Kahvaltı üzerine yüzüne kocaman bir gülümseme oturtacak bir tatlı niyetine. Bir Mülkiyeli garsonun Mülkiyeli bir Dışişleri Bakanına penguen kostümü ile sosis ikram ettiği an sizi gülümsetec­ek. Bernard Hill’in davetinde mütevazılı­ğı, garson-müşteri ilişkisind­e saklı medeniyet seviyeleri­ni, ezilenin patron olduğu zamanki tavrının ülkelere göre farkını göreceksin­iz. Robert Fisk öğütlerini bulacaksın­ız.

Buralardan gideni gittiği, döneni döndüğü için yargılamak­tan ve sorgulamak­tan vazgeçecek­siniz.

Ben vazgeçtim. İkisini de haklı kıldı kitap benim için.

Ama kulağıma da küpe oldu şu satırlar:

İyi bir şey, insanın dönecek toprağının olması...

 ??  ??
 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye