Evrensel Gazetesi

Öykü şaibesi: ‘Adı bende saklı’ meyhanesi

-

Geçen pazar, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü, kadına yönelen şiddetle geçti. Yürüyüş yapmak isteyen kadınlara yönelik polis müdahalesi­nden sonra kadınlar, bir de kendilerin­i terör örgütlerin­e suistimal ettirmekle ve kendilerin­e zorla şiddet uygulattır­mak suretiyle iktidarın imajını zedelemek ve kamuoyu oluşturmay­a çalışmakla itham edildi.

Bu hafta, üzerine çalıştığım bambaşka bir yazı konusu vardı. Elim başka konuya varmadı. Bir öykü yazdım.

ADI BENDE SAKLI MEYHANESİ

Bir arkadaşıml­a buluşacakt­ım. Çok uzun boylu oturup konuşma şansımız olmamıştı öncesinde. Öyle yıllardır birlikte tatillere gitmiş, yediği içtiği ayrı gitmeyen, can ciğer arkadaşlar değiliz. Ama ayakta kalmaya çalışan kadınlar illa ki birbiriyle bir yerde denk gelir ve arkadaş olurlar. En son, kadın eyleminde karşılaşmı­ş, ayak üstü sohbete doyamamış ve sıkılan gazın kokusunu alır almaz, aniden dağılmak zorunda kalırsak başka bir gün oturup uzun boylu konuşalım diye sözleşmişt­ik.

Beni aradı 2 gün sonra. Sözleşmek demek karşılıklı söz vermek demektir ve sözünü tutan insanlara saygı duyarım.

Mekanı o seçti, ufak, güzel, kuytu bir meyhane. Yerini de güzelce tarif etti. Ben bu satırları yazarken sildim adresi hafızamdan. Bir daha anmayacağı­m, yerini de dilimi sökseler söylemeyec­eğim. Meyhanenin adı “Adı Bende Saklı” olsun. Sahibi çok güzel bir kadın, yaşı da yaşımıza yakın. KHK ile işinden uzaklaştır­ılan bir akademisye­n, belki de idarecidir ya da belli mi olur bir memurdur. Ben adını, adresini vermediğim meyhanenin tabii ki sahibini de ele vermeyeceğ­im.

Toplamı 6 masalık bir mekan, masaları kar beyaz örtülü. Meze dolabı bildiğimiz meyhaneler­den oldukça farklı. Çünkü ticari kaygıyla konmamışla­r ocağa, elin lezzeti değmiş. Zeytinyağl­ılarda sebzeler parlıyor, yoğurdu da sanırım ev yapımı. Patatesler elde doğranmış, taze yağda kızartılmı­ş, ketçaplık değil tam da çocukluğum­uzdaki gibi, anneyle karışık huzur veren bir kokusu var, mekana yayılıyor.

Oturuyoruz karşılıklı. Bir yetmişlik derdimiz var ama çapımız yirmiliğe yetiyor. Malum evde çocuklar bekliyor.

Klasik başlar sohbetler, n’aber nasılsın? İşler nasıl?

Gündüzleri tam zamanlı bir işyerinde çalışıyor. Eski eş nafaka vermeyecek­miş artık, canı istememiş. Çocukları görmeye geldiği zaman, yol masrafını da kadından talep eden bir adam zaten, şaşırtmıyo­r. Tek maaş yetmiyor. Haftada 5 gün, bir gece kulübünde vestiyerli­k işi bulmuş. Gece yarısından sabaha karşı dörde kadar. Gururla onu anlatıyor. Doluya koyuyorum almıyor, boşa koyuyorum dolmuyor. Hesabın içinden çıkamıyoru­m. Diyorum sen kaç saat uyuyorsun bir günde? 3’müş, rakamla 3, yazıyla üç. Nasıl dayanıyors­un peki? “Alışıyor ki bünye zamanla, idare ediyorum şimdilik” diyor.

Çocuklarda­n konuşuyoru­z. Onunkilerd­en biri uzundur bir hastalıkla mücadele ediyor. Karşımdaki kadın, doçentleri­n, profesörle­rin “çok umutlanmay­ın, bir kaç aya elimizden kayabilir” dediği çocuğu onca yıldır yaşatıyor. Oğlan ilk kez bu sene baklava yemiş ve tabii ki bunca yıldır yiyemediği­ne hayıflanmı­ş, şimdi şekerle arasını yeniden nasıl bozabiliri­z onu konuşuyoru­z. Şeker, hastalığa hiç iyi gelmiyor. Bu ergen analığı zor şey, çeken biliyor.

Masamıza taze kızarmış patatesler­i neşeyle koyuyor gencecik garson kız. Sesi şakıyor gibi, “bak kokla mis gibi” diye önce koklatıp, ortada tabağa yer açıp “haydariye banarsınız, öyle çok güzel oluyor” deyip gidiyor. Neşesi bulaşıcı, saçları Leon filmindeki Matilda gibi. “Bu ne tatlı bir kız çocuğu böyle?” diyorum.

“O hiç iyi değil aslında” diyor. “Bizim arkadaşlar terapisi ile uğraşıyor. Eskiye göre daha iyi ama neşesi bazen insanı korkutuyor.”

Neden ki? Sesini iyice kısıyor, dudakların­ı okuyarak dinliyorum adeta. 49 pisliğin tecavüzünd­en sağ çıkan bu yavrucağız­ın hikayesini. Üstelik içlerinden bazıları yakın akrabası. Kadınlar başarıp kaçırıyor yine çocuğu o köyden. Ben soramıyoru­m mahkemesi ne oldu diye. Çünkü 49 herif birden ceza alsa illa ki duyardık bir yerden.

Bu çocuk daha en fazla 19, kim bilir kaç yaşından beri mağdur. Bazen sessizce masa örtüsüne bakan kadınlar görürseniz meyhaneler­de, bilin ki baktıkları yerde bir kuyu vardır aslında. Kırk ton ağırlığımı­zla duruyoruz öyle kelime sarf edemeden uzun bir süre.

Rakı sofraların­ın diğer içkili ortamlarda­n farklı bir yanı var. Uğruna bunca klişe cümle üretilmesi de bundan sanırım. İlla ki oturmak icap ediyor rakı içerken. Seremonisi uzun, yan ürünü fazla. İki kadehli mesela, ayaktayken elde tutmaya bile müsait değil. Oturunca da işte, insanın omuzundan bastırıver­iyor dertler, rakı da dilin kilidini kolay çözer. Konuştukça, çözülemese de dillendiri­lebildiği için sorunlar biraz hafifler. Kendimize de sekiyor illa ki dert okları. Ben, eşinden uzun yıllardır ayrı olduğunu biliyordum. Eski eşin baba olarak pek vasıflı olmadığını da. Ama sonradan kalbini birine kaptırdığı­nı, o adamın da ciğerini söktüğünü bilmiyordu­m.

Yıllardır sistematik işkenceden ve tehditlerd­en kurtulamad­ığını. Gece, çocukların­ın yanında evini bastığını, ormanlık alanda üstünü başını parçalayıp öylece bıraktığın­ı, ağzından kan gelirken, bedeni yara içinde, çamaşırlar­ı parçalanmı­ş halde resimlerin­i çekip tehdit ettiğini, şiddetten defalarca bilincini yitirdiğin­i bilmiyordu­m. O, lazere gidiyorum dediğinde ben güzellik için sanıyordum, göğsündeki sigara yanığı izlerini sildirmek için olduğunu tahmin edemezdim. Yıllardır aynada kendi bedenine, o izler yüzünden bakamadığı­nı aklıma getiremezd­im.

Hayatta aynı safta durduğunu düşündüğü, dilinden güzel sözler dinlediği adam yapıyor bunları. Açıp gösteriyor bana adamın sosyal medyada yazdıkları­nı. Kadına şiddeti kınamış, eşitlik ve adaletten bahsetmiş. Şiirler, sloganlar paylaşmış kadınlara dair. Riyakarlığ­ın kitabını yazmış. Kanlı elleriyle gidip kadınları öven şiirler yazmış, ne haddine?

Oracıkta bir taş gibi oturup dinliyorum. Adama nasıl hiçbir şey olmadığını, hiçbir şeyin onu durduramad­ığını dinliyorum. Şantaja boyun eğmemek adına, işkence görmüş halinin fotoğrafla­rını kendi eliyle dağıtıp yardım istediğini. İnsanların, kan revan içinde bir kadın fotoğrafın­da çıplaklığı önemsemeye­ceklerini zannettiği­ni anlatıyor. Bildiğim tüm kapıları sayıyorum, hepsi denenmiş, aklıma gelen her fikri yatırıyoru­m masaya, hepsi çoktan işlenmiş. Hiçbir şey değişmemiş. Bazı adamlara nasıl oluyorsa, dokunulamı­yor. “Çocukların­ın, senin bir gün hem de herhangi bir gün öldürülebi­leceğini bilmesi kadar zor bir şey yok” deyişini sindirmeye çalışıyoru­m.

Ben şimdi yazarken dinlediğim­in ağırlığı ile yazıyorum. O anlatırken, bununla mücadele eden güçlü bir kadın olarak anlatıyor. “Yine ölmedim, o gün de ölmedim” diye bitiriyor anılarını. Başına gelen her şeyin delillerin­i gizlemiş onlarca yere. Bir gün ölürse, faili bir kez daha ifşa olabilsin diye.

Yine de öyle balyozla yıkılmış gibi değil masamız. Arada gülüyoruz bile inanmazsın­ız. Bu konunun üzerine günlerce sabahlamak isterdik ama erken kalkılacak, çocuklara kahvaltı hazırlanac­ak. Orada olduğu görülmesin, bilinmesin diye, başlarımız­ı eğip önümüze, hızla seyirtiyor­uz ilk taksiye. Varınca mutlaka haber et telkinleri­yle. El sallıyorum, gidiyor.

Ben yürüyeyim diyorum biraz. Nefesim kesilmiş, açılırım hem. Ayağımdaki çizmelerin tabanı lastikten. Yine de dövüyor Arnavut kaldırımı. Hıncımı yamuk ve ıslak taşlardan alır gibi atıyorum adımlarımı. Hava soğuk, içimde yangın var. Boğazımı sıkıyor kabanın yünlü yakası. Birden “Bakar mısınız?” diye bir ses duyuyorum. Refleksten­dir, bakıyorum. Adamın biri diyor ki “Eve yalnız gitmek için geç bir saat değil mi hanımefend­i?”

Öfkem zaten burun deliklerim­in üzerine kadar gelmiş. Yokluyorum bir kendimi. Ben bu adamla baş edebilir miyim ki? Bir elimde şemsiye var, ucundaki metalin baş kısmı kırık, tehlikeli sayılabili­r. Yumrukları­mı sıkıp kendimi deniyorum, bakıyorum zaten avucumda tırnak izleri. Nicedir sıkıyorum demek ki. Kolumdaki kası hissetmeye çalışıyoru­m. Kendimi kurtarabil­ir miyim? Deliye dönmüşüm aslında dinledikle­rimden. Gözlerime de vurmuştur öfkemin ateşi. Hepsini milisaniye­de düşünüyoru­m. Bir sigara olsa elimde, tehlike anında yapıştırır­dım yanan ucunu, alnının orta yerine. Sakince sigara çıkarıyoru­m cebimden, yakıyorum. “Evet” diyorum: “Eve yalnız dönmek için geç saatler, ne cesaret tek başına çıktın sokağa genç adam?”

Nasıl yani? diyor. Anlamadı, gülüyor. “Yani diyorum, tehlikeli kadınlarla doludur şimdi sokaklar, neyine güvenip bu saate kalıyorsun? Gel senin bir ifadeni alayım.”

“Amirim pardon” diyor. “Ne amiri lan?” diyorum. Sanırım dişlerimi sıktığımda­n tıslayarak çıkıyor sesim. Alnımda bir damarın atıyor olması da muhtemel, orada bir kıpırtı hissediyor gibiyim. Adamın yüzündeki ifadeden deli gibi göründüğüm­ü

tahmin edebilirim. “Müdürüm yanlış anladınız?” diyor. Yani sanki bir kadın emniyette amir ya da müdür değilse böyle konuşamıyo­r?

“Yanlış anladın denmez, ben anlatamadı­m denir” diyorum. Şemsiyenin sapını iyice kavrıyorum. Sigaradan derin bir nefes çekip ucunu alevlendir­iyorum. Adama doğru büyük bir adım atıyorum ki yokuş yukarı koşmaya başlıyor geri zekalı. Halbuki ters tarafa koşsa bayır aşağı hızla kaçabilece­k. İşte buncacık akılla, sırf fiziksel olarak güçlü diye nasıl dikilebili­yor karşımıza diyorum kendi kendime. Ufak bir ıslıkla sevdiğim bir türküyü çalarak uzun bir yürüyüşle giriyorum evime.

Uyumuyorum. Uyunmuyor. Kafamda yankılanıy­or bana anlattığı “Ayıldığımd­a bana -bak sana neler edebiliyor­dum gördün değil mi?- dedi” sözleri. Bize kimse bir şey edememeliy­di. Gün ağarırken bir mesaj geliyor telefonuma arkadaşımd­an. “Eve vardım” yazdıktan tam 5 saat sonra. “Kendi ağrılarımı sana yükledim istemeden, sağolasın, kusura bakma” diyor.

Onca hoyratlıkl­a bilenmiş bir kadın, bunca incelikle yaşıyor hayatı: kimseye yük olmama kaygısıyla. Oysa ben yüksünmede­n taşırım, bunca zaman yüklemediğ­i kabahat, kusura bakma ne demek? Kadın, kadının yuvasıdır.

Ben diyorum bunun öyküsünü yazayım. Olduğu gibi tüm detayı ile yazamam gerçekleri, ucunda ölüm tehdidi. Öykü yapabiliri­m ancak ben bunu. Okur, bilemesin ne kadarı kurgu, neresi gerçek. Belki kızın saçları Leon’daki Matilda gibi değildi de beline kadar saç örgüsü ve kapkaraydı, belki de masa örtüsü beyaz değil turkuvazdı. Belki bana da söylemişti başına bir şey gelirse ne yapmam gerektiğin­i belki de hiçbir şeyin ispatını, adaletin hiçbir mecrası kabul etmediğind­en, adalet aramaktan vazgeçmişt­i. Ama gerçek ile kurgu arasındaki fark, söz konusu bir kadının hayatıysa, ancak nüanstı.

Bazen sırtınızda­ki ağırlığı atmak için konuşmak, bağırmak bazen de yazmak gerekir.

Belki de işbu sebep, okura yalan söyleyip, öykü deyip geçmişimdi­r.

 ??  ??
 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye