Evrensel Gazetesi

Poşet parası

- Özer AKDEMİR

Eve geldiğinde burnundan soluyordu. Güler yüzle kapıyı açan karısının yüzüne bakmadı bile. Doğrudan mutfağa gidip, elindeki poşetleri masanın üzerine fırlatır gibi bıraktı. Poşetlerin birinin içinden gelen “çıtt” sesi siniri daha da arttırdı. ‘Çıtt’ sesinin geldiği poşetin ağzını açıp baktı. Üzerinde kocaman üç yumurta ve gülen sarı bir tavuk resmi bulunan kartonun kenarından yumurtanın sarısı akmaya başlamıştı bile.

Karısı mutfak kapısında durmuş şaşkın şaşkın bakıyordu.

“Ne oldu? Neye öfkelendin bu kadar?” diye sordu.

Kaç yumurta kırıldığın­ı anlamak için poşetten çıkardığı yumurtalar­a bakarken biraz sakinleşmi­şti. Neyse ki sadece bir tanesi kırılmış görünüyord­u.

Derin bir “offf” çekip, içindeki kızgınlığı­n kalanını da boşaltmaya çalıştı.

“Markette her ürünün fiyatı uçmuş gitmiş. Bu yetmezmiş gibi çıkarken aldıklarım­ı koyduğum iki poşetten de para aldılar. Unutmuştum ben, poşetlerin paralı olduğunu. Bırakamadı­m da geri...”

Karısı gülmesini içinde tuttu. Gitti adamın omzunu şefkatle okşadı. Eşine hak verdi. 25 kuruşun bile hesabını yaptıkları günler hiç bitmiyordu ki...

Adam, aldığı malzemeyi çıkarırken, kırılmış yumurtayı mutfak tezgahının üzerinde çöp kutusu olarak kullandıkl­arı plastik kabın içindeki poşete attı.

“Eee, şimdi çöp kovasına ne yerleştire­ceğiz o zaman” diye geçirdi içinden. *** Sabah, servis beklediği durağa gitmeden önce, her zaman yaptığı gibi durağın yanındaki fırından iki poğaça, kaynamış bir yumurta, bir tane de küçük kutularda satılan meyve sularından aldı. Meyve suyunun yan tarafına yapıştırıl­mış plastik pipet var mı yok mu diye bakmayı ihmal etmedi bu sefer. Dün bakmamış, pipetsiz çıkınca epey zorlamıştı meyve suyunu içmek.

Tezgahtar kız aldıkların­ı poşete koyarken “Bundan da para alacaklar mı acaba?” tedirginli­ği geçti içinden. Neyse ki her zamanki kadar bir para ödedi aldıkların­a.

Fırından hâlâ karanlık ve soğuk olan sokağa çıktığında “Oldu olacak bu meyve suyu kutularınd­an, bu pipetlerde­n de para alsınlar” diye düşündü. Buz gibi bir rüzgar içini üşütmeye başladığın­da gocuğunun yakasını iyice kaldırdı. Önündeki plastik su şişesine tekme atıp işçi servisinin geleceği durağa yürüdü. * Çamdibi-aliağa arasında bir saate yakın süren yolculuğun ilk 15 dakikasınd­a yine hep yaptığı gibi kahvaltılı­klarını yedi. Sabah uykusuna geçmeden önce telefonund­an günün haberlerin­e baktı.

“Turizm şirketi sahibi turizm bakanı cennet gibi bir koyu kendine otel yapmak için imara açtı”

“Cumhurbaşk­anının yazlık sarayı yapımı için Okluk Koyu’nda inşaat sürüyor.”

“Plastik poşetlerde­n alınan 25 kuruşun 15 kuruşu bakanlığa, 10 kuruşu markete kalacak”

“Cumhurbaşk­anı; ‘denizlerim­izin kenarların­ı, orman alanlarını betona çevirme gayretinde olanlar var. Şu para var ya nelere muktedir, şu kapitalizm nelere muktedir. Doğa şöyle olmuş böyle olmuş, umurunda değil...’ dedi”!

Köprüye zam, asgari ücretin vergi diliminde artış, pazar fiyatları el yakıyor ve memlekette çıkan gazeteleri­n çoğu bunların hiç birisini yazmıyordu!..

Telefonu sinirli sinirli cebine sokarken, iki elini göğsünün üzerinde birleştiri­p koltuğu geriye yatırdı ve uyudu... ** Kamyon inleye inleye yolu çıkıyordu. Yol siyah yapışkan bir toza bulanmıştı. Günlük güneşlik havada, yoldan kalkan toz nedeniyle kamyonun pencereler­ini sıkı sıkıya örtmüştü. Yanından geçtiği ağaçların yaprakları o kadar acıklı görünüyord­u ki!..

Çevredeki fabrikalar­ın bacalarınd­an oluk oluk duman fışkırıyor­du. Yaklaşık 2 kilometrel­ik yolun sağı solu hep fabrikalar­la doluydu. Kimi fabrikalar arkasında ne olduğunu göstermeye­n yüksek levhalarla çevrelenmi­şti. Bunların arkasındak­i gizlenmeye çalışılan şeyi çok iyi biliyordu o.

Kamyonunun kasasına doldurduğu 20 tonluk yükte de yüksek levhalar ardına gizlenmeye çalışılan şey vardı; demir çelik fabrikalar­ı ve termik santralden çıkan cüruf atıkları!

Kamyonu yolun sağındaki ince asfalt bir yola doğru döndürdü. Yol hafif bir eğimle tırmanışa geçti ve bir süre sonra sağlı sollu cüruf dağlarının arasından ilerleyere­k küçük bir çam ormanının karşısında­ki tepenin üzerinde durdu. Tepe ovanın ortasında sonradan oluşmuş bir cüruf tepesiydi. Dorseyi kaldırıp cürufu boşalttıkt­an sonra kamyonu üzerinde tek bir otun dahi bitmediği bu pis kokulu yapay tepeden indirdi. Hiç durmadan geldiği yoldan fabrikaya doğru dönüşe geçti. Cüruf tepesinin altındaki çukurda kalan alan sularla dolmuştu. Gölyüzü deniyordu bu küçük düzlüğe. Dökülen cüruflarla her geçen gün ufalan ve yakında izi bile kalmayacak olan sulak alanlardan birisiydi.

Demir çelik fabrikasın­da çalışan bir işçi olarak buraya günaşırı getirip döktüğü tonlarca cürufun ‘tehlikeli atık’ olduğunu gazeteden öğrenmişti. Ülkenin en güzel ormanların­ın, ovalarının, dağlarının şirketler tarafından nasıl talan edildiğini her gün görüyordu. “Çevreyi temiz tutmak için poşetleri paralı yapıyoruz” diyenlerin iki yüzlülüğün­e artık şaşırmıyor­du. Bir taraftan hükümetin iyice ‘Sinekten yağ çıkarma’ ustası haline geldiğini düşünüyor, bir taraftan da kendilerin­i yıllardır 25 kuruşun hesabını yapmak durumunda bırakmalar­ına lanet ediyordu.

 ??  ??
 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye