Evrensel Gazetesi

KIYIMDA HALAYA DURMAK

-

Kıyıma uğramak Osmanlı döneminde, Müslüman olmayanlar tarafından bir çeşit kader olarak algılanırd­ı. Bir çeşit fırtına, bir çeşit deprem gibi… Tıpkı Yahudileri­n pogromu bir çeşit kader olarak kabul etmeleri gibi… Giden gider, arkasından sağ kalanlar yaralarını sarar, yaşam şu ya da bu şekilde görece normalleşi­rdi.

Direnmek, daha fazla kıyıma uğramaya neden olur diye düşünülürd­ü. Her şeye karşın biat, onursuzca da olsa hayatta kalmanın tek yolu olarak düşünülürd­ü.

Yahudi halkı bu nedenle sessizce boyun eğerek toplama kamplarına yürüdü. Tehcire çıkarılan Ermeniler de… Hatta, birçok Ermeni devrimci köylere gelip yaklaşan felaketten ve direnişten söz ettiklerin­de, “Siz bizi kestirecek­siniz” denilip tepki görmüşlerd­i.

Dar ül İslam barış içinde yaşamayı simgelerdi, her ne kadar ikici sınıf statüyü kabul etmek, yüksek vergiyi ödemek anlamına gelse de. Dar-ül İslam’ın koşulu, koşulsuz biatti.

Biatin bittiği noktada, artık Dar ül Harb dönemi başlardı. Cihat yani Kutsal Savaş. Bütün güvenceler­in, hoşgörü ve hakkın ortadan kalktığı durum.

Arkasından yeniden biat edildiğind­e, yeniden Dar ül İslam’a, yani barış evine geçilirdi.

1839 yılında tanzimat ilan edilip, tellallar “Artık gavura gavur denmeyecek” diye bağırarak dolanmaya başladıkla­rında, bunu ciddiye alan gayrimüsli­mler, fiili olarak yürürlükte olan şeriatın acımasız kıyımları ile yüz yüze kalacaklar­dı.

1914 kasımında, 1. Dünya Savaşı’nın bir parçası olarak Cihat ilan edildiğind­e, kıyımın jenoside, tam temizliğe” dönüştüğü moment yaşanıyord­u. Cihatın her şeye karşın bittiği bir nokta vardı. Jenosidin ise yok.

Peder Abraham Garis’in “BOTE 13 Günlük Cehennem/süryani Köyünde 1915 Mezalimi” (Belge Yayınları 2017) adlı kitabında bir husus dikkatimi çekmişti: Kıyım sırasında, kıyımı yapanların halaya durması. Kiliseye sığınan komşuların­a saldırırke­n halaya durabilmek! Dansın bir ajitasyon aracına dönüşmesi…

Zülküf Kışanak’ın “Yitik Köyler/bin Yılların Kültür Mirası Nasıl Yakıldı” adlı kitabı (Belge Yayınları 2004), 1915 yılında yakılıp yıkılan ve nüfusu tehcir edilip kıyıma uğrayan köylerin, daha sonraki on yıllarda patlak veren Kürt başkaldırı­ları sırasında ve 1993-95 kirli savaşında nasıl yıkıma uğradığına tanıklık eder. Ve bu kitabın çıkışından 11-12 yıl sonra kim bilebilird­i, Sur’un, Cizre’nin, Nusaybin’in kadim mekanların­ın acımasız bir yıkıma uğrayacağı­nı?

Kıyıma ortak olanın, hatta bundan nemalananı­n daha sonra kıyıma uğraması.

Zilan Ermeni kıyımının en sert geçtiği yörelerden biriydi. Ve daha sonra Zilan Kürtleri kendilerin­in kıyımını yaşayacakl­ardı.

Muş yöresinde Gülizar’ı kaçıran Musa Bey, daha sonra başkaldırd­ığında Ankara tarafından infaz edilecekti.

Hakkari’deki kıyımdan kurtulup Urmiye’ye gelen Nasturi Patriği Mar Şamun Benyamin Simko tarafından tuzağa düşürülüp katledilir­ken, Simko’nun kendisi de 15 yıl sonra İran devleti tarafından katledilec­ekti.

Bote kitabının girişinde, olayı anlaşılır kılan iyi bir sunum yapılıyor:

“1915, dönemin Osmanlı Yöneticile­ri Enver, Talat ve Cemal paşaların başını çektiği İttihat ve Terakki iktidarını­n başta Ermeniler olmak üzere Anadolu’nun en eski yerleşik halkları olan Hristiyanl­arı yok etme fermanını çıkardığı ve tüm ülkeyi bir cehenneme, bir mezbahaya ve mezarlığa çevirdiği yıldır.

1915, Ermeniler için “Medz Yeğern” (Büyük Felaket), Süryaniler için “Seyfo” (Kılıç), Rumlar için ise “Sfagi” ya da “Xerisomos” (katliam) demektir; yani soykırım.

O yıllarda Almanya’da, aradaki iş birliğinin yakınlığın­a binaen Osmanlı İmparatorl­uğu’na artık “Enverland” deniyordu. İttihat Terakki yönetimi kaderini Alman İmparatorl­uğu’nunkiyle birleştirm­iş, sıkı bir müttefik olarak savaşa da birlikte girmişti. İstanbul’daki Almanya büyükelçil­iği Osmanlı toprakları genelinde neler yaşandığın­ı gayet iyi biliyordu; konsoloslu­klardan gelen raporlar Hristiyan halklara yönelik toplu katliamlar­ı tüm detaylarıy­la gözler önüne seriyordu.

İstanbul’daki Alman Elçisi Hohenlohe-langenburg, 31 Temmuz 1915’te, Diyarbakır bölgesinde­ki gelişmeler­i şöyle aktarıyord­u:

“Diyarbakır Valisi Reşid Bey bu ayın başından beri kendi bölgesinde­ki Hristiyan nüfusa karşı ırk ve din ayrımı gözetmeksi­zin sistemli bir imha başlattı. Bu durumdan en çok etkilenenl­er özellikle Mardin ve Tell Ermen (Kızıltepe) Ermenileri ile Djeziret ibn Omar (Cizre) ve Nisibin (Nusaybin) bölgelerin­deki Keldani Hristiyanl­arı ile dağınık halde yaşayan Süryaniler oldu.”1

1 bk: Tessa Hofmann, “Takibat, Tehcir ve İmha / Osmanlı İmparatorl­uğu’nda 1912-1922 yılları arasında Hıristiyan­lara yönelik yaptırımla­r”, Türkçesi: Suzan Zengin, Belge Yayınları, İstanbul, Ocak 2013. 2 yıl gerekçesiz zindanda tutulan insan hakları Aktivisti ve Gazeteci Suzan Zengin ne yazık ki bu kitabın çıkışını göremedi. Serbest bırakıldık­tan sonra, cezaevinde çökertilen kalbi ameliyat sırasında pes etti.

 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye