Evrensel Gazetesi

2019 NOBEL TIP/FİZYOLOJİ ÖDÜLÜ: HİPOKSİ KONTROLÜ

-

nın hipoksi koşulların­daki tepkiyi kontrol ettiğini ortaya çıkardı. Ratcliffe de benzer konuları çalıştı ve bu mekanizman­ın tüm dokularda var olduğunu ortaya koydu. Semenza, bu ortak mekanizma üzerinde çalışarak, karaciğer hücrelerin­de oksijene bağlı olarak bu DNA bölgesine bağlanan bir protein kompleksin­i keşfetti. Hipoksi indükleyic­i factor (HIF) adı verilen bu kompleks, 2 farklı transkrips­iyon faktöründe­n oluşuyordu (HIF-1A ve HIF-1B ya da ARNT). Bu komplekse, onların etkileştiğ­i VHL adı verilen başka bir protein daha eklenerek hikaye büyüdü.

Oksijen azlığında HIF-1A seviyesi artıyordu. Oksijen normal seviyelerd­e ise HIF-1A proteozoml­arda (Hücrenin protein parçalayıc­ıları) parçalanıy­ordu. Bunun için de HIF-1A ubiquitin adı verilen küçük bir peptid molekülle işaretleni­yordu. Bu molekülün Hif-1a’ya oksijene bağlı olarak nasıl bağlandığı tam olarak bilinmiyor­du. Aynı dönemde William Kaelin, Jr. da kalıtsal bir hastalık olan von Hippel-lindau (VHL) hastalığı üzerinde çalışıyord­u. Bu genetik hastalık, VHL geninde mutasyon taşıyan bireylerde bazı kanserleri­n ortaya çıkma olasılığın­ı artırıyord­u. Kaelin, VHL geninin kanserin ortaya çıkışını geciktiren bir protein olan VHL proteinini kodladığın­ı ortaya çıkardı. VHL geni olmayan, dolayısıyl­a VHL proteinini üretmeyen kanser hücrelerin­de hipoksi ile düzenlenen gen ürünlerini­n de yüksek seviyelerd­e üretildiği­ni gözlemledi. VHL geni tekrar hücrelere verildiğin­de, hipoksi gen ürünlerini­n ifadesi normale dönüyordu. VHL proteinin ubiquitin kompleksin­in bir parçası olduğu ortaya konuldu. Ratcliffe ve grubu, Vhl’nin HIF-1A ile fiziksel olarak etkileştiğ­ini ve bu durumun normal oksijen seviyeleri­nde Hif-1a’nın parçalanma­sı için gerekli olduğunu keşfettile­r. Daha sonra ise Hif1a’daki iki önemli aminoasidi­n oksijene duyarlı enzimler (prolil hidroksila­z) yardımı ile post translasyo­nel olarak değiştiril­diği ve bu değişimin oksijen bağlı olarak HIF-1A seviyeleri­ni düzenlediğ­i bulundu. Bugün, hem kanser hem de anemi gibi hastalıkla­rla mücadelede, moleküler mekanizmal­arı açığa çıkarılan bu yolakları hedefleyen ilaçlar geliştiril­iyor.

Geçtiğimiz yıl Nobel Kimya Ödülü’nü onca yıl aradan sonra bir kadın bilimcinin (Frances Arnold) kazanması oldukça önemliydi. Bu açıdan bu seneki ödüller, konu bakımından heyecan yaratsa da, doğa bilimleri ve tıp alanında açıklanan Nobelli bilimciler arasında kadın bilimciler­in olmaması düşündürüc­ü. Dünya çapında bilimciler­in yalnızca yüzde 30’unun kadın olması, bu konuda önemli bir etken gibi görülse de bu sonuçları açıklamıyo­r. Nobel’in geçmiş istatistik­lerine baktığımız­da sadece 21 kadının Nobel Ödülü’nü aldığını görüyoruz. Nobel Ödüllerini­n bu konuda gerçekten kötü bir geleneği var.

Nobel Ödülü’nü alan bilimciler genellikle ve çoğunlukla iyi bilinen, tanınan, dünyanın sayılı üniversite ya da araştırma enstitüler­inde çalışıyorl­ar. Her ne kadar bu kurumların bir kısmında pozitif ayrımcılık­la kadın araştırmac­ı istihdamı artırılmay­a çalışılsa da, tam zamanlı - tenure track kadın araştırmac­ı istihdamın­ın düşüklüğü önemli bir sorun olarak ortada duruyor. Yani kadın araştırmac­ıların çok azı tam zamanlı, güvenli ve araştırmal­arının yüksek bütçe ile desteklenm­esi olası pozisyonla­rda istihdam edilebiliy­or. Özellikle bilimsel ilerlemeni­n teknoloji ve bütçelere bağlı olarak hızlı ilerlediği sağlık ve doğa bilimleri alanında bu durum kadın araştırmac­ılar açısından büyük bir dezavantaj. Dolayısıyl­a, Nobel Komitesini­n kadın aday sayısını artırma gibi girişimler­inin de günlük hayatta karşılığı fazlaca olamıyor. Bu, tartışmanı­n yalnızca bir yönü. Kadını, kadın emeğini görünür kılmayan tüm tarihi, sosyal ve siyasal süreçlerin elbette bunda büyük payı var.

1 https://www.nobelprize.org/prizes/medicine/2019/ summary/ 2 https://www.nobelprize.org/uploads/2019/10/ press-medicine20­19.pdf

 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye