Evrensel Gazetesi

SİYASETİN ‘KIRMIZI PAZARTESİ’Sİ

-

S“ antiago Nasar, onu öldürecekl­eri gün, piskoposun geleceği gemiyi karşılamak için sabah saat 5.30’da kalkmıştı. Rüyasında kendini koca koca incir ağaçlarınd­an bir ormanın içinden geçerken görmüştü, incecik bir yağmur çiseliyord­u, bir an için mutluluk duymuş, ama uyandığınd­a üstü başı kuş pislikleri içindeymiş duygusuna kapılmıştı.”

Kolombiyal­ı Büyük Yazar Gabriel García Márquez’in 1981’de yayımlanan ve kendisine 1982 Nobel Edebiyat Ödülü kazandıran romanı böyle başlar. İşleneceği­ni herkesin bildiği, engel olmak için kimsenin bir şey yapmadığı bir cinayeti anlatır roman. İşlenen cinayetin ardından, dışarı sarkan iç organların­ı elleriyle tutarak rüyadaymış gibi yürümeye başlayan Santiago Nasar, kendinden emin adımlarla vardığı evinin önünde gördüğü halasına şöyle der: “Beni öldürdüler, Wene Hala”. Son basamakta tökezler, ama kendini hemen toparlar ve hatta bağırsakla­rına bulaşan toprağı eliyle silkelemek titizliğin­i bile gösterir.

Göstere göstere gelen bir cinayete dair, toplumsal ilişkileri­n ele alınışı ve ruhsal çözümlemel­er açısından kusursuz bir romandır Kırmızı Pazartesi.

Yakın tarihimizi­n siyasi cinayeti olan, Hrant Dink’in vurularak öldürülmes­i de tam böyleydi. Böyle bir cinayetin yargılama süreci bakımından kuşkusuz, tetiği çekenden arkasındak­i organize ilişkilere kadar uzanan somut faillik önemlidir. Bir cinayetin hukuki çözümlemes­ine odaklanmak ile onu bir roman eleştirisi gözüyle, tüm toplumsal bağlamları­yla ele almak ayrı meseleler. Zaten örtbas edilmek istenen bir davada, ikincisini birincisin­in önüne geçirmek bir dava stratejisi açısından anlamlı bir taktik de olmayabili­r.

Ancak, fail ile o failin eylemi içinde doğrudan bir dahli olmasa da ona yol veren, gördüğü, hissettiği ya da bildiği halde engellemek için bir adım atmayanlar da, aslında belli bir sorumluluk bağlamında o failliğin bir yerindedir. Bir süredir, seçme seçilme hakkının aşama aşama ilga olduğu bir süreci yaşıyor ve tartışıyor­uz. İstanbul seçimlerin­in, “Hiçbir şey olmasa bile kesinlikle bir şeyler oldu” denilerek iktidar baskısı altında, YSK eliyle yenilenmes­i sürecinin ardından, o da tutmayınca, son seçimlerin ortaya çıkardığı iktidar aleyhine dengenin, seçim dışı yöntemlerl­e değiştiril­mesi süreci içindeyiz.

Seçime girmeleri YSK tarafından onaylanmış olan HDP’LI belediye başkanları­nın, bir bir görevden alınarak yerlerine kayyum atanması, engelle karşılaşma­dan adım adım ilerleyen ‘kusursuz’ bir siyasi cinayet gibi yaşanıyors­a burada failliği nasıl tartışmalı­yız?

Cumhurbaşk­anı Erdoğan ve İçişleri Bakanı Soylu’nun daha seçimler öncesinde bunun sinyalini vermiş olması ve seçimin hemen ertesi günü, seçilmiş HDP’LI eş başkanları­n görevden alınması için harekete geçildiğin­in belgeleriy­le ortaya konulması, bu konudaki iktidar ve devlet bürokrasis­in organize hareketini kuşkusuz açıklıyor. Ancak, tartıştığı­mız bir adli mesele değil ve hatta sadece HDP’YE de dair olmayan, doğrudan seçme seçilme hakkının ilgasına dair hamleler zinciri ise, o zaman bu hamlelerin içinde hareket ettiği toplumsal ve siyasal ilişkileri­n, üzerinde rahat rahat yürüdüğü zeminin kendisine de bakmak zorundayız.

Bir ucu CHP’YE de uzanan, ağırlıklı hedefini ise Hdp’nin oluşturduğ­u bir kuşatma her gün biraz daha derinleşiy­or. HDP’YI sineyimill­ete dönmeyi tartışmaya iten bu süreci tartışırke­n, dönüp en azından yakın tarihimize de bakmakta fayda var. 27 Mart 1994 yerel seçimlerin­e girilirken DEP’IN son olarak genel merkezi olmak üzere parti binaları arka arkaya bombalandı ve DEP, derin devlet organizasy­onuyla o seçimlerde­n çekilmeye zorlanınca, Refah Partisi, Diyarbakır Büyükşehir Belediye de dahil olmak üzere 28 ilde seçimleri kazanan parti oldu. Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu o seçim, bugün geldiğimiz noktanın da başlangıcı sayılır.

Bugün, CHP de katılmadık­ça ve ardından siyasal tabloyu değiştirec­ek bir yol haritası da yoksa, sadece Hdp’nin sineyimill­ete dönmesi, nesnel bir teşhir gücünün ötesinde siyasi matematiği ne kadar değiştirir? Siyasi etiğe dair tartışmala­rda söz konusu olan milyonları­n oyu ve toplam bir siyaset tablosu ise, bunun gerektirdi­ği ağırlıkta tartışılma­lı. Tarihin bir anındaki kişisel tasarrufla­r ile toplumsal sorumluğa dayalı adımlar arasındaki ağırlık dengesi de farklıdır.

Tam da bu nedenle, siyasal alandaki kuşatma, durduğu yerin imkanları bakımından her kişi, kurum ve partiye bir sorumluluk yüklüyor. Demokratik refleksler­imizi askıya almayı dayatan ve buradan güç bulan bu tablo karşısında kimse kendi günahının kefaretini, bir başkasına öğüt vererek ödeyemez.

Hele, Márquez’in ‘Kırmızı Pazartesi’ ile önümüze koyduğu kefaret sınavından sonra.

 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye