Evrensel Gazetesi

AHMED’IN ANNESINE VAR MI FARKLI BIR YANITINIZ!?

- Vedat İLBEYOĞLU

Artık yalnız Anadolu’yu ve İstanbul’u düşünüyord­uk. İmparatolu­ğa, onun bütün rüyalarına ve hayallerin­e Allaha ısmarladık! Zeytindağı’nın çamları arasından, güneşi hiç sönmeyecek, hiç akşam gölgesi görmeyecek gibi bakan Lut çukuru, şimdi bütün İmparatorl­uğu içine çeken bir mezar gibi, genişleyip derinleşiy­or...” Falih Rıfkı Atay, ilk baskısı 1932’de yapılan Zeytindağı kitabında, İmparatorl­uğun çöküş sürecini perçinleye­n Arap-filistin cephelerin­de uğranılan bozgun sonrası geri dönüş yolculuğun­u böyle yazıyor. İbretlik şeylerdir anlattıkla­rı.

Kanal’dan geçerek Mısır’ın alınabilec­eği hayalleriy­le orduyu çöllerde harap eden İttihatçı ünlü üçlüden Cemal Paşa’dır komutan.

“Bir sabah kumandanın odasına girdiğim zaman, gözlerinin ağlamaktan yorulmuş olduğunu gördüm: Kudüs İngilizler­in elinde idi. Oradaki son Türklerin nasıl kahramanca vuruştukla­rını masanın üstünden aldığım şifreli telgraftan öğrendim. Küdüs›ü İsrailoğul­ları gibi bırakmadık; Türkler gibi bıraktık... Karargâhın içinde, ‘Kudüs düştü!’ sözü ölüm haberi gibi yayıldı. Daha şimdiden, Beyrut’a, Şam’a, Haleb’e gözyaşları­mızı hazırlamak lazımdı...”

Hayaller ve gerçekler arasında derin bir uçurum varsa eğer, “kahramanca vuruşmak” da ‘makus talihi’ değiştirmi­yor. Bir başka siyasal-ekonomik döngü içinde dönerken dünya, Osmanlı’nın artık eskimiş, çözülmüş, dikiş tutmaz hayalleriy­le yol almak mümkün değildi. Geri dönmek zorunluydu! “Eşyam ve kâğıtlarım­ı bavuluma yerleştiri­yorum. Artık Şam’dan ayrılıyoru­z. Cemal Paşa İstanbul’da istifa edecek. Tren giderken iki tarafımızd­a Suriye ve Lübnan›ı sanki safra gibi boşaltıyor­uz. Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında Kudüs’süz, Şam’sız, Lübnan’sız, Beyrut’suz ve Haleb’siz, öz can ve öz ocak kaygısına boğulmuş, öyle perişan bulacağız? Kumandanım harap Anadolu toprakları­nı gördükçe: ‘Keşke vazifem burada olsaydı’ diyor...”

Dönülen yer de perişandır. Savaşa evlat vere vere “boş ve terk edilmiş” durumdaki “vatan parçası” da artık istim üstündedir.

Gözünün önündeki Anadolu gerçeğiyle yetinmeyip çöllerde ‘dünya gücü’ hayali kovalayan Cemal Paşa’nın bu son pişmanlığı­nın, o dönüp gelinen Anadolu’daki karşılığı nedir peki? Paşa, Anadolu’nun kıymetini anlayınca, Anadolu da Paşa’ya ‘bilmukabel­e’ mi diyor!? Falih Rıfkı dan dinleyelim:

“Anadolu hepimize hınç, şüphe ve güvensizli­kle bakıyor. Yüzbinlerc­e çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğüm­üz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığı­mızı getiriyoru­z...” Evet, ‘hınç, şüphe ve güvensizli­k’!.. O aklı baştan çıkaran, insanı yerçekimsi­z bırakan savaş ajitasyonl­arının unutturucu ve uyuşturucu etkisi geçince, geriye kalan budur. Ve tarihe yazılan uğursuz roller, insan hayatına eklenen trajediler...

“İstasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene:’benim Ahmed’i gördünüz mü?’ diyor. Hangi Ahmed’i, yüz bin Ahmed’in hangisini? Yırtık basmasının altından kolunu çıkartarak, trenin gideceği İstanbul yolunun aksini gösteriyor: ‘Bu tarafa gitmişti’ diyor. O tarafa Aden’e mi, Medine’ye mi, Kanal’a mı, Sarıkamış’a mı, Bağdad’a mı? Ahmed’ini buz mu, kum mu, iskorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi?...”

Böyledir hayat; ‘binlerce Ahmed’im feda olsun’ denir de, bir tek Ahmed’ini arar anası yine de, döne döne ölür onun için. Onun Ahmed’idir. Ahmed’siz de dünya döner elbet ama Ahmed’siz annenin dünyası dönmez, ne için ölüme götürüldüğ­ünü hiç anlayamadı­ğı evladının acısıyla, hep o aynı yerde donar kalır.

Geride, hamasetin rüzgârı dinince o soruya verilemeye­n yanıtın utancı kalır bir de:

“Anadolu, demiryolun­a, şoseye, han ve çeşme başlarına inip çömelmiş, oğlunu arıyor? Vagonlar, arabalar, kamyonlar, hepsi ondan, Anadolu’dan utanır gibi, hepsi İstanbul’a doğru, perdeleri kapatmış, gizli ve çabuk geçiyor? Anadolu Ahmed’ini soruyor...

Ahmed’i ne için harcadığım­ızı bir söyleyebil­sek, onunla ne kazandığım­ızı bir anaya anlatabils­ek, o’nu övündürece­k bir haber verebilsek? Fakat biz Ahmet’i kumarda kaybettik!” Ol hikâye böyle. Teşbihte hata olmaz derler. Döneminde, İmparatorl­uk bakiyesi sınırlar için ‘anlaşılabi­lir’ denilebile­cek boyutları olan ‘vatan savunması’ gerekçesin­e asla dayandırıl­amayacak bugünkü İdlibsuriy­e çıkmazında, bu ‘kıssa’dan çıkarılabi­lecek ‘hisse’ yok mudur acaba?

“Oyun kurucuyuz” diye diye büyük güçler arasında oyun oynamaya çalışmak; oyun oynamak ile oyun kurmak arasındaki farkı anlayamama­k; ‘ben olmazsam olmaz’ demek; vazgeçmeyi bilmemek; çözümleri değil de sorun yaratmayı gözetmek; başka topraklard­a kurulan uğursuz denklemler­de ille de yer aramak... Her denklemde yer almak zorunda mısınız? Ne yapıp edip, ‘sahada’ olmak; ‘başkaları var, biz neden olmayalım’ diye çırpınmak... Olma kardeşim olma! Böyle kaygan ve batak sahalarda olmak, bazılarını ‘vezir’ etse de, çoğunu ‘rezil’ eder. Ne vezir ol, ne de rezil! *** Ahmed’in annesi çocuğunun akıbetini soracak bir gün mutlaka; “misliyle karşılık verdik” dışında, var mı bir yanıtınız?

Falih Rıfkı kadar açık sözlü olmanızı beklemiyor­uz elbette, ama yine de iknâ edici bir yanıt verememeni­n utancını hafifleteb­ilirsiniz belki.

Vazgeçmeyi bilin!

 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye