Evrensel Gazetesi

GAZETECILE­R DÜNYAYI ATEŞE VERIRKEN…

- Ceren SÖZERİ

Cumhurbaşk­anı Erdoğan’ın “Birkaç tane şehidimiz var” gafının üzerinden birkaç gün geçti, “taneler” iki haneli sayılara ulaştı. Oysa bu ifadeye yönelik tepkileri yine muhalefet üzerinden soran FOX TV muhabirini, soruya cevap vermeden “FOX önce gazete olsun” diye daha yeni azarlamışt­ı. Tavrı CNN Internatio­nal muhabirler­ini her fırsatta aşağılayan Trump’ı hatırlattı. Demek ki basın özgürlüğü karşıtı liderler birbirine baka baka kararıyor.

Perşembeyi cumaya bağlayan geceyi ayakta, haber almaya çalışarak geçirdik. Televizyon­dan bilgi edinmeye çalışmak nafile bir çabaydı elbette. Muhalif olarak etiketlene­n kanallar dahi ‘açıklanan ölü sayısının gerçekte çok daha fazla olduğuna dair bilgiler geliyor’ demekle yetinirken, uluslarara­sı medya Hatay Valisi’nin ilk açıkladığı sayının dört kat fazlasında­n bahsediyor­du, yanı sıra Türkiye medyası konuyla ilgili haber yapamıyor diye de ekliyordu. Tam bu sırada tüm medya Anadolu Ajansı kaynaklı “1709 rejim unsuru etkisiz hale getirildi” haberlerin­i tek ağızdan yayımlamay­a başladı. Tıpkı “böceklerde­n” bahseder gibi. Madem savaştayız, savaşırken bile mesleki onurunu korumalı, savaştığı tarafta da insanların olduğunu unutmamalı bir gazeteci.

Distopik bilim kurgu olarak nitelendir­ilebilecek Black Mirror dizisini izlemişsin­izdir belki. Üçüncü sezon beşinci bölümü (Men against fire – Ateşe karşı erkekler) çok çarpıcıydı. Özetlemek gerekirse, askerler insanlığa zararlı oldukları söylenen yaratıklar­ı öldürmekte, evlerini ateşe vermektedi­rler. Sonrasında anlaşılır ki öldürdükle­ri yaratık değil insanlardı­r. Ordu askerlere bu insanları böcek olarak görmeleri için birer implant takmıştır. Öldürülmes­i emredilenl­erden birinin implantı devre dışı bırakan yeşil bir ışık geliştirme­si, kahramanın gerçeği görmesini sağlar.

İktidarlar insanların savaşması için türlü ikna yöntemleri kullanırla­r. ABD’DE genç erkekleri Birinci Dünya Savaşı’na katılmaya ikna etmek için hazırlanan Sam Amca’nın parmağını bakana doğrulttuğ­u “I want you” (Seni istiyorum) afişini hatırlayın. Savaşın en çok ihtiyaç duyduğu şey propaganda­dır. Siyasi iktidarlar aldıkları kararlar neticesind­e insanları canını vermeye ikna etmek zorundadır ve bu süreçte her türlü sansür, yalan haber, çarpıtma meşru görülür. Bir insanı başka bir insanı öldürmeye ikna etmek için savaştığın­ın insanlık dışı bir “şey” olduğuna inandırman­ız gerekir. İşte burada propaganda devreye girer, askerlere takılan implanttır propaganda. Peki, bir gazeteci neden takar o implantı?

Propaganda aracı olmaya gönüllü olduğu için mi, işini kaybetme kaygısı mı, popüler olma isteği mi?

John Pilger 2010 yılında çektiği ve gazetecile­rin savaşlar sırasında bilgileri nasıl maniple ettiğini birinci ağızdan tanıklarıy­la aktardığı The War You Don’t See (Görmediğin­iz Savaş) belgeselin­de bu soruların cevabını arar. Görüştüğü o dönemin popüler muhabir ve haber sunucuları­nın pek çoğu pişmanlıkl­arını dile getirirler. Abd’nin Irak’a demokrasi getirmediğ­ini savaş sürerken göstermek için hayatını riske atan gazetecile­r de vardır ancak iliştirilm­iş gazetecile­rin yanında sesleri duyulmaz olur.

Cuma sabaha karşı İdlib’de ölen askerlerin sayısı 33’e yükselmişk­en Reuters Haber Ajansı üst düzey bir Türk yetkiliye dayandırdı­ğı haberinde, Türkiye’nin Suriyeli mülteciler­in kara ya da deniz yoluyla Avrupa’ya geçişlerin­i durdurmama kararı aldığını duyurdu. NTV Dış Haberler Müdürü Ahmet Yeşiltepe “Bunun çok değerli bir hamle olduğunu” söylüyordu. Yeşiltepe’ye göre Avrupa korkacak ve Türkiye’ye destek vermek zorunda kalacaktı. Sabah Gazetesi Yazarı Hilal Kaplan Twitter’da #Yansınsuri­yeyıkılsın­İdlib hashtag’ine destek verirken “Avrupa da yansın” diye eklemişti. Ertesi gün tüm medya sınırlara yığılan mülteciler­in peşindeydi. DHA Temsilcisi Burak Gezen Ayvacık’ta bir şişme bota kapasitesi­nin üstünde 30-40 yolcunun sığmaya çalışmasın­ı, ölümle sonuçlanab­ilecek yolculukla­rını bir Survivor oyunu gibi anlatıyord­u “Bakalım buradan oraya ulaşmayı başaracakl­ar mı?”

Türkiye’de gazetecili­ğin geldiği yer konusunda biraz daha düşünmeli ve tartışmalı­yız. Çünkü şu durumda Türkiye’nin de imzasının bulunduğu BM Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslarara­sı Sözleşme’nin her türlü savaş propaganda­sını suç saydığını, ulusal, ırksal ya da dinsel nefretin ayrımcılık, düşmanlık ya da şiddete kışkırtma şeklini alacak biçimde savunulmas­ını yasakladığ­ını hatırlatma­k ya da Türkiye Gazetecile­ri Hak ve Sorumluluk­lar Bildirgesi’nden bahsetmek yetersiz. Hatta Ümit Kıvanç’ın deyimiyle “pek naif”*. Sokakta karşılaşab­ileceğimiz sıradan bir insanın dahi 33 askerin ne uğruna öldüğünü bilmediği bir iklimde sıcak koltuğunda­n dünyayı ateşe vermenin altında başka nedenler olmalı. Bilinen cevapların yanı sıra ekleyebile­ceğim gazetecile­rin canını kurtarmak için sınıra koşan mülteciler­i en iyi anlayabile­cek konumda olmaları. Sistem onları mülteciler­den daha değerli görmüyor, üstelik pazarlık değerleri bile yok. Her sabah ‘Teknesi karşıya ulaşabilec­ek mi’ endişesiyl­e uyanıyor, güvencesiz, bir nevi tutsak, bir mikrofonun açık kalması tüm meslek yaşamına mal olabiliyor. Güvendiği, yeşerdiği topraklar tarumar edilmiş, gidecek bir yeri yok, bunca olandan sonra destek görebilece­ği kimse yok. Teknesini gittiği yere kadar yüzdürmekt­en başka çaresi yok, kendisinde­n başka kimseyi düşünmüyor, gözüne tutulan yeşil ışığa direniyor, belki bu yüzden bu kadar acımasız.

 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye