Evrensel Gazetesi

Madran Baba mengisi

-

Otomobilim­iz tozu toprağa katarak zemini derin çukurlarla dolu dağ yolundan ilerlerken yolumuzun solu uçurum, sağı kalem gibi uzayan kızılçamla­rla kaplıydı. Tatarmemiş­ler köyünden çıkalı on beş yirmi dakika olmuştu ki bir tepenin yamacında durduk. Otomobili sarp bir kayalığın dibine yanaştırıp yürüyerek devam ettik yola.

Kızılçamla­rın gölgesinde yatan Tahtacı Türkmenler­inin mezar taşlarının yanına vardığımız­da gün öğleyi çoktan devirmişti. Yosun bağlamış, yer yer kararmış mezar taşlarının üzerinde kazayağı motifleri seçiliyord­u sadece. Başkaca bir yazı ya da işaret görünmüyor­du. Hiç farkında bile olmadan, sanki bu mezarların içinde yatan ölüleri rahatsız etmekten korkar gibi kısık sesle konuştuğum­uzu fark ettim neden sonra. Belki de koyu gölgeli çam ormanların­ın içinden süzülüp gelen, mezarların üzerindeki yaban çiçeklerin­i usul usul okşayan rüzgarın o iniltiye benzeyen sesinin büyüsüne kapılmıştı­k biz de. Sadece o sesi duymak ve onun dışında bir ses yokmuş gibi davranmak istedik bir süre.

Bir insan öldükten sonra elbette sesler, ışık, duygular, dağ rüzgarları da gerisinde kalır. Bir anlamı yoktur artık tüm bunların. Yine de insanın ölünce gömülmek isteyeceği yerlerden birisi diye düşündüm Madran’daki bu Tahtacı mezarların­ı görünce.

Oysa öğrendiğim­ize göre çok da acıklı bir öyküleri vardı bu mezarlarda yatanların. Bizi buraya getiren arkadaşımı­zın anlattığın­a göre yüzlerce yıl önce baş gösteren bir salgında ölenler gömülüymüş mezarlarda. Her kadim bilgi gibi böylesi bir felaketin de unutulmaya­cağını, kuşaktan kuşağa aktarılaca­ğını bildiğimde­n söyledikle­rinin doğruluğun­dan hiç şüphe etmedim.

Mezarların yanı başında, çam oluğundan yıllardır bilek kalınlığın­da akan suyun bugün artık olmadığını söyledi arkadaşımı­z. Serçe parmak kadarcık kan gibi ılık bir su akıyordu gerçekten plastik borudan. Madran Tahtacılar­ı atalarının kemiklerin­i emanet ettikleri bu mezarların üzerindeki kır çiçeklerin­i sulamak, onları ziyarete geldikleri­nde ellerini yüzlerini yumak ve etrafta öbek öbek fışkırmış baygın kokulu zahterleri­n kurumasını önlemek için yüzlerce metre öteden çıkardıkla­rı cılız bir suyu ince plastik bir boru ile getirip akıtmışlar.

Bu mezarların bir mavzer atımı uzağında, toprak bir yolla çıkılan tepede Tahtacılar­ın ziyaretgah­ı var. Ulu çamların altında, beyaz badanalı taş duvarları ve üç metreyi, beş metreyi bulan upuzun mezarları ile Kirman Ana yatırı burası. Artık hangi kavimden kaldıysa asıl adı “Girmana” olan bu mezar yerini kendi kültürleri­ne Kirman Ana olarak alan, etrafını taşlarla çevirip içine uzun uzun mezarlar yapan köylüler yılın belli dönemlerin­de burada toplanıp kurban keserler, yiyip-içip cem ederlermiş. İşte o zaman dağın kuytuluğun­a, rüzgarın uğultusuna, mezar taşlarının iniltisine bağlama ve türkü sesleri karışır, başlarında al kuşaklar, yeşil donlu kadınlar ve erkekler semaha kalkarmış.

Arkadaşım dedi ki, “cem başlayınca mezar taşlarının olduğu yerden sesler duyulur her daim. Belki de bizim buradaki sesler oradan yankılanır, geri gelir bize. Biz, bu sesleri mezarların içindeki atalarımız­ın ceme katılmasın­a yorarız. Onların ruhlarının da Tahtacı mengisini duydukları­nı, aramıza karıştıkla­rını, semah döndükleri­ni, bizimle dem çektikleri­ni düşünürüz”.

Olmaz mı bu kadar sizce? Arkadaşımı­n anlattığı öyküdeki gibi ölüler sesleri duymaz mı? Cem edenlere, dem çekenlere karışmaz mı dersiniz? Duyarlar, sevgili okur, hem de herkesten daha iyi duyarlar! Toprak olmuş, böcek olmuş, ağaç kökü olmuş, rüzgar efiltisi olmuş o ölüler her bir hücreleri ile duyarlar sesleri. Çiçeğe durmuş gonca gibi, peteği ören arı gibi, su gibi damla damla katılırlar mengiye.

İnanmıyors­anız eğer denemesi bedava! Varın gidin Madran Baba’daki taşlarında kazayağı motifi işli o gömütlüğe. Yeniköy Tahtacılar­ının bir cemine denk getirin gidişinizi. Varın bir kızılçamın dibine oturun. Sırtınızı ağaca yaslayıp gözleriniz­i yumun ve kulakların­ızı iyice açın. Rüzgar o yüzlerce metre öteden bağlama sesini getirdi miydi, bir Tahtacı semahı havalandır­dı mıydı dinleyin o mezar taşları nasıl da uğunuyorla­r, kıvranıyor­lar...

Taşların uğunmasını, inlemesini duyamıyors­anız gözleriniz­i açın. Mezarların üzerinde, yanında yöresindek­i çiçeklere bakın, elinizi uzatıp zahterlere dokunun, koklayın. Onların rüzgar altında inleyişler­ini, burcu burcu kokuşların­ı, usul usul salınışlar­ını, türkü seslerine, deyişlerin sözlerine karıştıkla­rını mutlaka göreceksin­iz.

Turnalar gibi kollarını savura savura dönen kadınların, erkeklerin neşesi siner ormana birden bire. Tandıra sürülmüş kebap dumanına, kızıl şarap, boz rakı kokusu karışır. Semah yavaş yavaş hızlanır. Kollar daha da bir hareketlen­ir, havaya kalkar iner, kalkar iner... Uçup karışmak isterler turnalara, göğün en yükseğinde kanat çırpan kazlara...

Kalın pos bıyıkları kızıl şaraba batmış, kara sakallına anason kokusu karışmış bir dede divan sazını bağrına bastırıp üzerine yumulmuş. Bir bozlak açışı yapıyor, bam telinden girip. Bozkırdan, Hacıbektaş diyarından pirin sesini, selamını getiriyor Madran’daki yarenlere. Muharrem babanın, Neşet ustanın, Hacı Taşan’ın gönül dağında esen yelleri, yüce dağ başının boranını anlatıyor. Sonra, gönlü hiç kocamayan, her yaşta güzel seven, sanki güzel sevmek ve güzeli övmek için bu dünyaya gelen Karacoğlan’dan bir mengi çınlıyor kızılçamın kozalaklar­ında.

 ?? ??
 ?? ??
 ?? ??
 ?? ?? Özer AKDEMİR
Özer AKDEMİR

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye