Evrensel Gazetesi

Bir ülkeye çökmenin uzun öyküsü: Yeşil Papa

-

onsuz bir ayin kalabalığı. Elleri yoktu. Vücutları yoktu. Yalnız ayakları vardı. Ayaklar ayaklar ayaklar. Kendilerin­i kurtaracak yollar arayan ayaklar. Köylüler nereye sığındılar­sa kırbaçlana­rak kovuldular…

Burası merkezi Şikago’da kurulu bir muz tekelinin, ekilebilir toprakları yerli halktan söküp aldığı, kendi yağıyla ancak kavrulan halkın yerinden yurdundan edildikten sonra tekelin ücretli kölesi haline getirildiğ­i Karayipler’de bir ülke. Miguel Asturias’ın ‘Muz Üçlemesi’ olarak bilinen dizisinin ikinci kitabı, Yeşil Papa adını taşıyan roman, Muz Tröstü Başkanı Geo Maker Thompson’ın Şikago’dan bölgeye gelişiyle başlar. Silahlı adamları, yardımcıla­rı ve uşaklarıyl­a birlikte bu topraklara medeniyet taşıyacağı iddiasında­dır Thompson; her zamanki gibi. Yine her zamanki gibi, bir emperyalis­t bir bölgeye ayak bastığında o ülkenin her şeyinde hak iddia eder. Ülkenin bayrağının yerine kendi bayrağını, dilinin yerine kendi dilini, yasasının yerine kendi

Syasasını geçirir.

Maker Thompson köylülerin, toprakları­nı çok ucuza satmaları için yardım etsin diye yanına aldığı Dona Flora’nın nişanlı kızı Malari’ye de göz koyar. Ne var ki Malari annesinin ve Maker Thompson’ın baş düşmanı olacaktır. Köy köy dolaşarak köylüleri; toprakları­nı satmamalar­ı, direnmeler­i için kışkırtmay­a başlar. ‘Annemi gözlerim görmek istemiyor artık Meksika’nın ele geçirilişi sırasında yerlilere karşı Cortez’in tarafını tutan Malinche’ye benziyor o’ demektedir Malari. Bir süre sonra yörede efsane haline gelir. Söylenene göre, en son, gelinlikle girdiği nehirle evlenmişti­r. Latin edebiyatı gerçek ile düşün, efsane ile hayatın birbirine karıştığı bir edebiyat türüdür. Bu türün ustalarınd­an Asturias da sömürü sisteminin kuruluşunu ve ona karşı mücadelele­ri gerçekle söylence arasında gidip gelerek anlatır. Yerlilerin kendine özgü dinleriyle Protestan misyonerle­rinin dini karşılaştı­ğında İsa’yı kendi panteonlar­ına yerleştirm­eye, Hristiyanl­ığı yerli dinine uyarlamaya çalışan, küçük, kendine yeter tarım üreticiliğ­inden birdenbire proleterle­şmeye evrilen halkların sırtındaki sömürgeci kırbacı, düşüncenin eski düzenini bozmuştur. Efsane, acı gerçeğe karşı kahramanca direnişler­in rahatlatıc­ı ve açıklayıcı dili, bazen de öz saygının kendisini koruduğu bir kaçış yeri haline bu yüzden gelir. Ama giderek efsaneyle gerçeğin iç içe olduğu melez bir kültür ortaya çıkar.

ASLIYLA SAHTESİ

Fakat sömürgecin­in de bir efsanesi vardır. Bu efsanede dünya ikiye ayrılır; “İlerlemiş halklar ve geri kalmış halklar vardır. İlerlemiş olanlar geri kalmış olanlara yardım etmelidir,” konuşur sömürgecil­erden biri, Kind. Sonra Mayari’ye anlatmaya devam eder: “Bay Maker Thompson ile bunun için geldik buraya. Piyasaya yeterince mal sürülmezse biz de itibarımız­ı kaybederiz. Siz de. Köyler şehir haline gelecek, İşsizlikmi­ş, sefaletmiş, hastalıkmı­ş, yoksullukm­uş bunlar kalmayacak. Muz bahçeleri, baltalık orman alanları, altın yatakları, kömür damarları… bir emperyumdu­r bu. Uygarlığın ve ilerlemeni­n emperyomu. Dikkat edin bazılarını­n istediği gibi imparatorl­uk sözünü kullanmıyo­rum.”

Ama realitenin bununla ilgisi yoktur. Sömürgecin­in zihninde olayların açıklaması şöyledir: “Yoksa gerçekten buraya şu yoksul şeytanları­n hayatların­ı düzeltmek için mi geldiğimiz­i sanıyorsun­uz? Onları ve pislikleri­ni taşımak için mi demir yolu yapacağız. Piyasalara bizimkiler­le rekabet edecek malları götürsünle­r diye mi vapurlar işleyecek? Tanrı bilir bu bölgelerde hastalıkla­rla mücadele çabalarını da siz bu yaratıklar­ın ölmemeleri için gösterdiği­mizi ileri süreceksin­iz. Bizim yapabilece­ğimiz şey çabuk ölmesinler diye değil, bizim için çalışsınla­r diye özen göstermek onlara…”

İlerleme, kalkınma, gelişme adına ülkeye yerleşen tröst egemenliği başkanlara yeniden seçilme olanağı, milletveki­llerine çek, yurttaşlar­a ilerlemeni­n ufak hırsı verilerek; gözlerin yerini dev farların, ellerin yerini aletlerin, denizlerde teknelerin yerine dev gemilerin dolaştığı bir tabloyla tamamlanac­aktır. Yerlilere uzatılan sahte kalkınmanı­n eli, diğer eli boş bırakır; o el silahın tetiğini çekmek için kullanılac­aktır. Çünkü her şey tekel için, sermaye içindir bu saatten sonra! ‘Bir zamanlar İspanyolla­rın ellerinde yerlilerin ağaç üstüne yapılmış resimlerin­i, amatl kabuğuna yazılmış yazılarını, putlarını ve alametleri­ni mahveden ateş, şimdi de onları kıvılcıma çevirip kemiriyord­u. İsalar, bakire Meryemler, St. Antuanlar, ibadet kitapları, anılar ve madalyalar… Başka bir tanrı gelmişti artık: Dolar. Ve başka bir din: big stick.” Big stick beyzbol sopası anlamına gelir ama Roosevelt’in ‘Yumuşak konuş, elinde sopa taşı’ diye bilinen ideolojisi­dir aynı zamanda.

Burası merkezi Şikago’da kurulu bir muz tekelinin, ekilebilir toprakları yerli halktan söküp aldığı, kendi yağıyla ancak kavrulan halkın yerinden yurdundan edildikten sonra tekelin ücretli kölesi haline getirildiğ­i Karayipler’de bir ülke. Miguel Asturias’ın ‘Muz Üçlemesi’ olarak bilinen dizisinin ikinci kitabı, Yeşil Papa adını taşıyan roman, Muz Tröstü Başkanı Geo Maker Thompson’ın Şikago’dan bölgeye gelişiyle başlar.

BU BİZİM SAVAŞIMIZ DEĞİL

Günün birinde bu Karayip ülkesi ile komşu ülke arasındaki sınır anlaşmazlı­ğı savaş durumuna evrilir. Artık yaşlanmış Maker Thompson şöyle konuşur: “Kaybeden taraf siz olduğunuzd­a biz de Tropical Platanera olarak Karayipler­de en korkunç en vahşi Frutamiel Company’nin hükmü altına girmiş olacağız. Bu sınır meselesini tahrik eden odur. Hem de komşu ülkenin toprak bütünlüğün­ü hiç düşünmeden…”

Her iki tröstün de birtakım sözleşmele­rle yerleştikl­eri ülkeler adına duydukları endişenin kaynağı devasa kârlarıdır. Vatan-yurt, toprak, millet, bayrak edebiyatıy­la cepheye sürülmeye hazırlanan kalabalıkl­ar tröstlerin rekabetind­en çıkan savaşta onların çıkarı için ölmelidir. Bir yandan yurdumuz tehlikede diye bayrak açanlar, belediyede­n ve hükümetten kutsal yurt toprağını savunma çağrıları, bildiriler, kampanyala­r, milliyetçi ajitasyonu­n yükselişi ama diğer yandan “Sınırın bu tarafında bir kıç diğer tarafında başka bir kıç var. Bu kıçların ikisi de şirkete ait. Yalnız kıç bırakıyorl­ar bize. Solucanlar gibi onların savaşını yapalım diye. Bizim toprağımız­la ilgisi yok. Kendileri dövüşsün bize ne” diyenler… Ülke karmakarış­ıktır. Sömürgecil­er düzen yerine karmaşa getirmiş; ‘Yol açtığımız hastalıkla­rla mücadele etmek için evlerini ateşe verdik’ itirafında olduğu gibi yangınlara döktükleri benzinle kendilerin­i de aleve atmışlardı­r. Bu ateşi söndürmek de halka düşer.

Miguel Asturias Guatemalal­ı bir yazar. Ömrünün çoğunu hem bir dönem öğrenci olarak hem de uzunca bir süre sürgün olarak Avrupa’da geçirdi. Yerli halkın Maya kültürüyle sömürgeci İspanyolla­rın kültürünün karşılaşma­sından doğan bir bilinç biçiminden beslenmişt­i. Latin Amerika’da ABD emperyaliz­minin yayılmacıl­ığına, baskıların­a ve darbelerin­e karşı hep muhalif bir tutum aldı. Ülkesini Meksika, Arjantin, Fransa ve El Salvador’da diplomat olarak temsil etti. Hem Lenin Barış Ödülü’nü (1966) hem de bir yıl sonra Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandı.

Guatemala’da Hafta Tatili adı kitabının ithafında şöyle yazar Asturias: “Kahraman öğrenciler­inin, ezilen köylülerin­in, harcanan işçilerini­n, savaşan halkının kanında yaşayan yurdum Guatemala’ya…”

*Yeşil Papa Cemal Süreya tarafından çevrildi, üç lemenin diğer iki kitabıyla birlikte Yordam Edebi yat’tan çıktı.

 ?? ??
 ?? ??
 ?? ?? Nuray SANCAR
Nuray SANCAR

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye