Latmos Dağı’nın teninden parça parça et koparıyorlar
bulansla indirdiler dağdan!..” dedi. Davaları hâlâ sürüyormuş...
Yemekten sonra birer bardak daha çay içip kalktık. Köyün az ilerisindeki maden ocaklarını gösterecekti İhsan Garagöz. Sağlı sollu fıstık çamlarının arasından giden dar asfalt yolun bir virajında durduk. Bizden biraz aşağıda, tam karşımızda devasa bir maden işletmesi, yarısını yediği tepeyi bir kurt gibi kemiriyordu. Eskiden fıstık çamları ve zeytinliklerle dolu olduğunu öğrendiğimiz tepenin üzerinde kepçeler, kamyonlar, iş makineleri vızır vızır geziyordu. Kepçeler koca kayaları, taşı toprağı kamyonların kasalarına gürültüyle dolduruyor, kırıcıların takır tukur sesleri tepenin bizim göremediğimiz bir yerinden ses verip duruyordu.
PATLATMALAR BİZİ, KEKLİĞİ KORKUTUR DA SULARI KORKUTMAZ MI?
2004-2009 yılları arasında Çavdar köyü muhtarı olan Garagöz, bu tepelerin son 15-20 yılda madenler tarafından nasıl delik deşik edildiğini anlattı bize.
“Benim dönemimde yeni yeni başlamıştı madenler. Sonra birden her tepede bir maden şirketi belirdi. Ortalık toz duman... Zeytin ağaçları, fıstık çamları, meşeler beşer onar köklendi. Dağların tertemiz havası toza belendi. Buna itiraz edince de başıma gelmeyen kalmadı”.
Madenin önce köyü böldüğünü, kendisine yakın bir grup oluşturup diğer köylüleri baskı altına aldığını ileri sürüyordu. “Parayı alan, madencinin yanına koştu. Karşı çıkanlar sindirildi, susturuldu. Ses çıkarana dayak attılar, dava açtılar” dedi.
Sulardan bahsetti bir de; “Eskiden çağıl çağıl akan derelerimiz vardı Latmos’da. İçinde çay balıkları oynaşırdı. Dereler sustu şimdi, su sessiz! Zaten bu madenlerin patlamaları nedeniyle yer altı suları ya yön değiştirdi, ya da daha derine kaçtı. Patlatmalar seni, beni, dağdaki kekliği, tavşanı korkutur da suları korkutmaz mı? Onlar da korktu kaçtı, nereye gitti bilinmez!”
Çavdar köyünde 40 yıl önce yapılan uranyum madenciliği sondajlarının iki yıl önce yeniden başladığından bahsedip, çok ilginç bir bilgi verdi; “Tam bu uranyum sondajlarının altına iki tane içme suyu barajı yapacaklar. Söke, Kuşadası, Didim bu barajların sularını içecekler. Uranyumlu suyu yani!”
‘8 BİN 500 YILLIK KAYA RESİMLERİ TUVALET TAŞI YAPILDI’
Araçlarla birkaç km daha gittikten sonra Karakaya köyü yakınındaki başka bir işletmeyi görüntülemek için tepeye çıktım. Tam da 8 bin 500 yıllık kaya resimlerinin en yoğun olduğu vadideydi bu maden sahası. Kuvvetle muhtemeldir ki dağın koynunda kocaman bir maden yarası şeklinde hektarlarca uzayıp giden bu vadide de birçok kaya resmi vardı. Şimdi onların hepsi yok oldu, tuvalet taşı yapıldı!
Bu madende de daha önce çekim yaptığımız yerdeki gibi iş makineleri gürültü patırtı ile tozları göğe savurarak arı gibi çalışıyordu. Çekim yaparken bir arazi aracının son sürat işletmeden çıkıp bize doğru geldiğini gördüm. Düşündüğüm şeyin doğru olduğunu anlamam için iki dakika beklemem gerekiyordu.
Tam çekimleri bitirmiş, son kez cep telefonu ile bir kayanın üzerinden görüntü alırken arkamdaki “Beyefendi, çekim yapmak için kimden izin aldınız?” sözleri, düşüncemde yine yanılmadığımı gösteriyordu.
‘BURADA DOĞA MI VAR, NE ÇEKİYORSUN?’
Şirketin iki elemanı bizim çekimlere engel olmak için gönderilmişti. Bulunduğumuz yerin maden işletmesine (Polat Madencilik) ait olduğuna dair hiçbir levha, tel örgü vs. olmamasına, aramızda kocaman bir uçurum halinde derin bir vadi uzanmasına rağmen, şirketin görevlendirdiği kişilere bunu anlatamadık.
Kendisini saha şefi olarak tanıtan kısa boylu, kirli sakallı genç adamın “Neyi çekiyorsunuz?” sorusunu “doğayı” diye yanıtladım, uzatmak istemediğimden. Orhan Kemal’in romanlarından fırlayıp gelmiş bu “Bekçi Murtaza”lara laf anlatmanın deveye hendek atlatmaktan zor olduğuna dair onlarca deneyim biriktirmiştim. Saha şefinden daha da genç gösteren, uzun boylu ve yöre insanının şivesi ile konuşan madenci “Burada doğa mı var?” diye araya girdi. Sözün nereye gideceğini bilmeden.
Dayanamadım bu pasa, gelişine vurdum! “Yok hakikaten, kalmamış sayenizde. Ben de onu çekiyorum”.
“Orası bizi ilgilendir” diyen külhanbeyine aynı tonda yanıt vermek, gereksiz yere tartışmayı büyüteceğinden, gülmekle yetindim. İşim bitmiş, çekimlerimi yapmıştım sonuçta.
Kamera kayıt düğmesi açık olduğu halde (tedbir amaçlı), tripotu sırtlayıp aracımıza dönerken “Bu yol da bizim, bu tepe de. Buralar Polat’ın öz malı. Benim mahremimi çekemezsiniz” diyordu hâlâ saha şefi...
O gün delik deşik edilen Latmos’tan iç burkan görüntülerle ayrıldık. Şirketler dağın teninden parça parça et koparıyorlardı sanki!..