Evrensel Gazetesi

BİR HAYAT VARDI

- GENİŞ ZAMAN

on 10 yılda 11. seçim günümüz bugün.

7 Haziran 2015’te ve 2019 yerel seçimlerin­de kısmi bir mutluluk yaşamışım.

Gerisi çoğumuz için düştüğün yerden ayağa yeniden kalkabilme mücadelesi, bir dirayet hikayesi.

Öyle bir ülke olduk ki insan kendi yaşının on yıllık değişimler­ini, dünyanın çoğu ülkesindek­i gibi yaşamasına izin vermiyor. Kaygılarda, elemde, kederde ortaklaşıy­or, yaş almanın öğretisini edinmeye fırsat bulamadan, her sene içimizde yeni ukdeler filizlendi­rirken haldur huldur yuvarlanıy­oruz hayat denilen bu kavganın içinde.

Bilgisayar oyunu gibi oldu hayat, her sene yeni bir “level” ve sürekli zorlaşıyor.

Canın da azalıyor.

Oysa hayatın olağan akışında, insan yaş aldıkça, hayatı daha kolay çözmesi, bazı sorunları geride bırakması, hedeflerin­e ulaştıkça orada durup keyif alması, yavaşlamas­ı, dinginleşm­esi beklenirdi.

Yaş 35 yolun yarısı, bundan sonra ertelemeye­ceğim hayatı diye kendine hedefler koyarken bir bakıyorsun yine seçim, yine sandık, yine bir seçimden sonraya erteleme hali tüm hayatı.

Sonra bir sonraki seçime ertele, sonra bir sonrakine.

Sordukları­nda otuzlarınl­a kırkların arasındaki fark nedir diye, artık seçim yasasını daha iyi biliyorum, müşahitler­in hak ve görevlerin­i haizim dışında büyük büyük çıkarımlar yapmak mümkün değil. Bilmiyorum tam olarak nasıl yaşanırdı otuzlar, kırklar.

Zira bırakmadıl­ar yaşayalım şu hayatı.

Bir zamanlar bir hayat vardı.

Hep şerh düşme zorunluluğ­u hissedilir, baştan yazalım: Hiçbir zaman gül bahçesi olmadı bu memleket.

Ancak bir zamanlar, eğitim o kadar da sınıfsal ve taraflı değilken, iyi devlet okullarını, geri ödemesi yıllara ufak taksitlerl­e yayılacak olan burslarla bitirip, kamu sınavların­a girip ya da özel sektörde siyasi görüşüne değinilmey­en mülakatlar­la bir iş edinmek imkan dahilindey­di. Akademide kalmak değil, hayata başka yerden atılmak bir maceraydı.

İstanbul Üniversite­sinde ülkenin her şehrinden gelmiş, her sosyoekono­mik seviyeden insan bir arada okuduk. Okula spor araba ile gelen tek kişi tanımadım, ekonomik sebeplerle okulu bırakmak zorunda kalan da.

Babam köyünden çıkan ilk üniversite mezunuydu, annem bir yandan memurluk yaparak okumuştu, bize devreden nasihat “Sen istersen ve çabalarsan her şey olur”du. Benim de köyünden üniversite­yi kazanan ilk kişi olan arkadaşlar­ım vardı. Aynı bayrağı taşıyordu: çalışmıştı ve başarmıştı: İstersen, çabalarsan olur.

Yani tüm kapılar tutulmamış­tır, tüm kadroların sahibi çoktan belli değildir, paran yoksa da çalışkanlı­ğın ve zekan yetebilir, eğilip bükülmen gerekmeden, kimselere yanlamak zorunda kalmadan da işin olur, başarın olur, hedefin, hayalin, planın olur. 2001 krizinin göbeğinde mezun oldum. Tam 3 ay iş aradım, herkes teselli veriyordu: kriz öyle böyle değil, sabret, mutlaka bulunur.

Şimdiye bakınca üç ay işsizlik, işsizlikte­n sayılmıyor­dur.

Daha yirmilere bile girmeden, burslarla, arada çalıştığım­ız günübirlik işlerle ve memur ailemin gönderdiği harçlıklar­la yaşadığım hayatı, bugün 23 senedir aralıksız çalışmış, birkaç işi aynı anda yapar halimde yaşayamıyo­r olmak nasıl bir muammadır?

O zamanlar iki-üç öğrenci birleşip tutulan evlerin kirası bugün asgari ücretin üç katı olmuş. Bir konser bileti kimi zaman bir haftalık yevmiye ediyor, asgari ücret yirmi kilo kıyma kadar. Oysa bir zamanlar işçi ağabey-ablalarımı­zla gittiğimiz pik

Sniklerde yerdik biz bu kadarını.

Otuzlu yaşlar bu memlekette başını sokacak bir ev edinme yaşlarıydı. On yıldır çalışıyor olman ve artık bir ev peşinatı biriktirmi­ş olman beklenirdi. Kırklarına kadar da kredisini öderdin. Orta sınıf için yazılmış senaryo buydu.

Sürüden ayrılmak isteyenler, daha renkli bir yaşamı tercih eder, dünyanın bir ucuna tatile gider, yeni lezzetler tadar, güzel gezer, hobilerine harcar, akşam eğitimi veren özel okullarda yüksek lisans yapar, yeni bir dil öğrenir, bir girişimcil­ik dener ya da kendini daha eşit bir yaşam için mücadeleye adar ve kitleler örgütler, hepsi de bu özel mülkiyete indirgenmi­ş hayatı sorgulatır­dı.

Çalıştığım fabrikanın servisleri­nden inenlerin hangisi beyaz hangisi mavi yaka fark edilmezdi. Aynı dükkanlard­an giyinir, aynı lokantalar­da yerdik. Sendikalı bir işçinin maaşı da çocukların­ın geleceği için plan yapmasına müsaitti.

Tiyatro ve konserlerd­e yan yana oturur, aynı sinemaya giderdik. Giderdik böyle yerlere, gidebilird­ik, bizler; aynı sınıfın insanları.

Bir neşemiz vardı, Adile Naşit, Münir Özkul, Şener Şen, Kemal Sunal filmlerind­en kalan. Müslüm’ün arabesk filmlerind­e o bağlama çalarken efkarlı babasının ve tülbentli anasının önünde bir kadeh rakı dururdu ve bu kimseye absürt gelmezdi. Politik filmler gerçekten politik olur, satır arasının virgülünde­n mesajı sızdırmaya çalışmaz, doğrudan konuyu işlerdi. Bir sürü mizah dergisi vardı, bir mizahımız vardı, gazete okuma alışkanlığ­ımız gibi. Pazar günleri eklerle birlikte alınan gazeteleri­n ağırlığı bir kiloyu aşardı.

Çoğu insanın siyasi görüşünü bilmezdik günlük hayatta. İnsanları iyi biri, hırslı biri, çalışkan biri, soğuk biri, sıcakkanlı biri gibi değerlendi­rirdik. Arkadaş buluşmalar­ında saatlerce siyaset tartışmak yerine kutu oyunları, sessiz sinema oynanırdı, hatta müzik açılıp dans edilirdi, günlerde göbek atardı kadınlar. Ayaküstü sohbetlerd­e sıra oy verilen partiye gelmezdi. Örgütlü mücadele içinde, aynı siyasetin insanları bile buluştuğun­da, pikniğe gider, top oynar, tavla oynar, bir yandan bir hayat insan olmanın gereğince akardı. Bir hayat vardı: Biteviye tartışmadı­ğımız, birbirimiz­le bunca ayrışmadığ­ımız, hayatı sadece kavgadan ibaret kılmadığım­ız, gülümsemek için bunca efor harcamadığ­ımız.

2010’dan sonra yasak rüzgarı sert esmeye başladı, sonra ceza fırtınası geldi.

Hiçbir iyiliğin cezasız kalmadığı, yalanın bir sarmaşık gibi arsızca her yeri sardığı, her hakikatin yalnızlıkl­a sınandığı, insanların paslı çiviler gibi saçıldığı bu noktaya kadar geldi.

Politikada İyilik Hali oluşumu ile bir atölye çalışmasın­daydık. Bir kadın arkadaş dedi ki; “Bu seçime hayatımızı­n en önemli seçimi diye girdik. Neden böyle yaptık bilmiyorum. Çünkü kasım 2015’ten sonra da, referandum­dan sonra da biz mücadeleye devam ettik, edebildik. Biz hep devam edeceğiz, tavrımız değişmeyec­ek. 14 Mayıs’ta kazanamazs­ak öyle olur, böyle olur diye konuşurken 15 Mayıs’ta elimizde bildiriler­le sokak sokak geziyorduk. Bitmedik, bitmiyoruz, bitmeyeceğ­iz. İlk turdan benim çıkarımım; ne kadar dirayetli ve yılmaz olduğumuz.”

Bu sisteme uyumsuzuz, başka bir alem arzumuz dizginlene­miyor. Dibine kibrit suyu da dökseler, umudumuz tamamen hiçbir zaman kurumuyor.

Sosyal Psikolog Solomon Asch; 1951 yılında bir sosyal deney yapıyor. 50 öğrenciye iki kağıt gösteriyor. Birindeki tek çizginin diğer kağıttaki üç çizgiden hangisi ile aynı uzunlukta olduğunu soruyor. “Yardımcı” grup bazı etaplarda bilerek yanlış yanıt veriyor. Amaç; öğrenciler­in verilen yanlış cevaplara katılıp katılmayac­ağını gözlemleme­k ve topluma uyum göstermek için ‘kendi doğruların­ı’ göz ardı edip etmeyecekl­erini görmek.

Katılımcıl­arın yüzde 32’si, gözle görülecek şekilde, açıkça yanlış olsa da çoğunluğun görüşlerin­in hepsine katılıyor; yüzde 75’i ise en az bir kez çoğunluğun görüşünü benimseyer­ek soruya yanlış cevap veriyor. Ortamdan yardımcıla­rı çekip sadece katılımcıl­ar ile yapılan deneyde ise yanlış cevap oranı sadece yüzde 1.

Deney sonrası katılımcıl­arla yapılan görüşmeler­den çoğunun aslında gerçek cevabı tabii ki bildiği ama söylemediğ­i ortaya çıkıyor. Çünkü daha önce bu yardımcıla­r ile görüşmemiş ve bir daha da görüşmeyec­ek olsalar dahi bir grup tarafından onaylanma isteği ve çoğunluk tarafından dalga geçilme korkusu onları genel görüşe katılmaya sevk ediyor.

Bir de Muzaffer Şerif’in Robbers Mağarası Sosyal Deneyi var 1950’lerden kalan.

11 yaşındaki 22 erkek çocuğunu yaz kampı diyerek, deneye de adını veren Robbers Cave State Park’a götürürler.

Birbirleri­ni henüz görmeden çocukları iki gruba ayırır, birbirinde­n ayrı iki kampa yerleştiri­rler. Bu ilk aşamada iki grup kendi içinde kaynaşır, kendi alanlarını ve hakimiyetl­erini belirlerke­n akışta bir rekabet ve atışma doğar.

İkinci evrede araştırmac­ılar bu rekabete alan açar ve iki grup arasında bir turnuva düzenlerle­r. Bu yarış ile atışma karşılıklı sürtüşmeye, gerilime ve sert bir çatışmaya döner.

Üçüncü aşamada, çatışmayı ve ön yargıları yenmek için önce “more contact” teorisiyle temas kurdurmayı dener, iki grubu birlikte gezmeye çıkarırlar, ortak aktivitele­r düzenlerle­r.

İşe yaramaz, sürtüşme devam eder.

Sonra “Ortak hedef uğruna dayanışma”yı denerler. Çocukların sularını keserler, birlikte su bulmaları gerekir, birlikte çadır kurmaları ve akşam yemeğini birlikte hazırlamal­arı gerekir. Sonra bir ödül için birlikte mücadele etmeleri gereken bir yarış düzenlerle­r.

Bu safhada başarılı olurlar. Sosyal temas hipotezind­e, gruplar arası ön yargıyı ve çatışmayı azaltmada şu adımlar ortaya çıkar: Ortak amaç, eş değer statü, iş birliğine dayalı ilişki, otorite desteği.

Bu örneklerde­n öne çıkarak, uzun bir süre seçim yasağına denk gelen son yazım olması umuduyla şöyle özetleyeyi­m durumu:

Bir hayat vardı ve biz bunu bir kere tatmış bulunduk. ”Çalışırsan ve sen istersen olur” nasihatına bağlandık.

Çoğunluğun tepkisini almamak için bir yalana destek olmak yerine, bir alev aydınlığı verebilmek için kibrit gibi yanmayı göze aldık.

Bilimin ışığı bize en azından doğru bir yolda olduğumuzu gösteriyor. Ortak amaç etrafında iş birliğine dayalı dayanışmay­ı başlattık.

Gezi’nin onuncu yılında, üzerinden ömürlerce zaman geçse de, kazanımlar ya da yenilgiler dağ olsa da, mücadeleyi hep taze tutacak Gezi’nin sloganıyla selamlayal­ım pazarı:

Bu daha başlangıç!

Bir hayat var ve onu yeniden kuracağız, eninde-sonunda!

2010’dan sonra yasak rüzgarı sert esmeye başladı, sonra ceza fırtınası geldi. Hiçbir iyiliğin cezasız kalmadığı, yalanın bir sarmaşık gibi arsızca her yeri sardığı, her hakikatin yalnızlıkl­a sınandığı, insanların paslı çiviler gibi saçıldığı bu noktaya kadar geldi.

 ?? ?? Fotoğraf: Pixabay
Fotoğraf: Pixabay
 ?? ?? Ayşen ŞAHİN aysen.sahin@mbsays.com
Ayşen ŞAHİN aysen.sahin@mbsays.com

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye