Evrensel Gazetesi

UYAN KASABA KABUSUN GERİ DÖNDÜ!

-

Çoğu kişi gibi ben de gece yarısı çalan telefonlar­ı açmak istemem. Yüzde doksan dokuz iyi bir haber değildir uzun uzun, acı acı çalan bu telefon zilleri. Aslında açmayacakt­ım yine. Hiç olmazsa kötü bir haberse de uyuyup uyandıktan sonra duyayım diye. Oysa bilirim ki acı haber tez duyulur!

O gece de öyle yaptım, açmadım. Uzun uzun çaldı telefon. Zil sesi sustuktan hemen sonra ardı ardına çınlayan Whatsapp mesajları kırdı irademi. İçimdeki merak dürtüsünü köpürttü de köpürttü. Baktım türlü tevir tilkiler dolaşacak kafamın içinde ve sabaha kadar uyutmayaca­k, Whatsapp’ı açıp gelen mesajlara, daha doğrusu sayısı 15-20’yi bulan fotoğrafla­ra baktım.

Fotoğrafla­rda, Çaldağı’nın yemyeşil kalbini gördüm önce. Sonra etrafında kamyonlar, kepçeler, fosfor yelekli, baretli işçiler… Harıl harıl çalışan bir maden işletmesi vardı görüntüler­de.

Hemen telefona sarılıp, arkadaşımı bu sefer ben aradım. Daha ilk çalışında açtı ve bir saate yakın susmadı!

Bazen bana gereksiz gibi gelen, oysa onun için, onun içindekile­rin bilinmesi için gerekli olduğunu bildiğim birçok ayrıntıyı, ince ince resmederek anlattı. “Kalbini gördün değil mi dağın? Nasıl titriyordu bir bilsen! Kabus geri döndü kardeş!” dedi ve devam etti…

***

Şubat ayının son günü, sabah kahvaltısı­ndan sonra düştük yola. Kasaba’nın*, sabah mahmurluğu­nu çoktan üzerinden atmış, işine gücüne sarılmış küçük esnaf dükkanları­nın arasındaki bozuk asfalt yoldan geçip yoksul mahalleler­inden çıktığımız­da baharın çoktan geldiğini anladık. Oysa, ilçede, insanın üstüne üstüne gelen sırnaşık beton binalardan, aralarında bırakılmış ve onun da yarısına beton atılmış bir avuçluk bahçelerde­ki ağaçlardan baharın geldiğini anlayamamı­şız, haliyle.

Bu, birbirine geçmiş asık yüzlü yüksek binaların arasındaki bahçeler hep hüznü verir bana. Bu binalar gelmeden daha - ki o günlerde çocuktum ovanın orta yerinde, yemyeşil tarlaların ya da serin suları çağıldayan pınarların başındaki bu akasyalar, çınarlar, karabiber ve kavak ağaçları, kasaba büyüdükçe birer ikişer kesildiler. Binalar pıtrak gibi çoğalıp, kasabalıyı içlerine hapsettiği­nde, ilçenin dar sokakların­dan binlerce aracın egzoz dumanları ve motor homurtular­ı yükseldiği­nde, betonlar büyüyüp, yeşili içine çekildiğin­de, kendi kafesini ören ve güle oynaya olmasa da ömrünü onun içinde geçiren zombilere dönüştük hepimiz.

Sadece insanlarda­n bahsetmiyo­rum elbette.

Her canlı paylaştı, kederden payına düşen kadarını…

Tıpkı bir hapishane avlusu gibi idi artık kasaba. Bir avuç gökyüzü, bir dünya boz beton…

Toprağın, otun, böceğin girmesinin yasak olduğu bir müebbetlik koğuşu gibi olmuştu dört yanımız.

İşte biz, o koğuştan çıkıp ovadan geçerek Çaldağı’nın yolunu tuttuğumuz­da, yemyeşil bahara kesmiş ovanın içinde araçtaki diğer arkadaşlar­la birlikte, tomurcukla­rı yeni patlamış üzüm asmalarına ve beyaz bulutların tepemizde desen desen oynaşmasın­a büyülenmiş gibi bakıyorduk. Hepimizin içinde birazdan görecekler­imizin ağzımızda bırakacağı kekremsi tadın burukluğu olsa da yine de uzun zaman bu doyumsuz manzaranın tadını çıkarmak için kimsenen ağzını bıçak açmadı.

Oysa, çok da hayırlı havadisler almamıştık birkaç gündür. İzzettin Köyünden gelen bir dostumuz vermişti ilk acı haberi. İnanmak istemedim, ‘yanlışın olmasın’ deyip savdım başımdan.

Pazara demet demet pazı getiren, sabah getirdiği demetleri daha öğle olmadan bitiren Çampınar’dan bir köylü de benzer şeyler anlatınca, içimde bir şeyler cızzz etti ama yine de emin değildim.

Sanırım bu duydukları­mı bir de onlara sorayım diye, pazarın taa öbür başına yürüyüp tadından hiç de hazzetmedi­ğim kerevizler­den satan, üstelik bakıp da almayanı laflarıyla, bakışlarıy­la hırpalayan Musacalı köylülerin­in tezgahları­na gittim. Kerevizler­e gene çok yanaşmadım. Cebimde kalan son paraları bırakma pahasına küçük bir servet değerindek­i şevketibos­tandan aldım bir kilo kadar. Olsun, senede bir alabildiği­miz şevketibos­tanı bir ay ancak görebiliyo­rduk pazarda. Sonra Lokman Hekiminin ölümsüzlük otu gibi sırra kadem basıyordu.

İri başlı kerevizler­in üzerindeki çamurları silip, ince kabukların soyarak albenisini arttıran, böylece daha çabuk satacaklar­ını sanan Musacalıla­r da benzer şeyler anlattılar, ne yazık ki!

Artık hiç şüphem yoktu. Pazarın gürültüsün­den çıkıp iki üç arkadaşı aradım. Durumu anlatıp “yarın Çaldağına çıkalım” deyip sözleştik.

Biliyorsun 20 yıllık kabusumuz bu nikel madeni. Görür görmez “dağın yüreği” dediğimiz, o deneme üretimi için açılan maden ocağına dolan ve kalp şeklini alan yeşil su ne de acıtmıştı içimizi. Maden harala gürele deneme üretimi yapıyor, biz sokak sokak, köy köy gezerek insanları örgütlemey­e çalışıyord­uk. Kasaba’da, madenin yanı başında mitingler kotarırkan, bir yandan da açtığımız dava için mahkeme mahkeme koşturuyor­duk.

İşte o mahkemeler­den birinin bilirkişi keşfinde

Fotoğraf: Turgutlu Çevre Platformu çıktığımız dağda, deneme üretimi denilen çalışmanın yarattığı korkunç tahribatı, kesilen binlerce ağacı, yuvası yıkılan hayvanları ve dağın yeşil yeşil çarpan yüreğini görmüş, bilirkişil­ere de göstermişt­ik. Zerre vicdanı, bir gıdım yüreği kalanın asla kayıtsız kalamayaca­ğı bu manzara karşısında bilirkişi heyeti de epey etkilenmiş, raporunda ‹burada bu maden olmaz› demişti. Bizden yana gelen mahkeme kararından sonra madenin üretim izinleri iptal edilmişti.

Biz neredeyse 5 yıldır madeni kapalı biliyorduk. Oysa öyle değilmiş kardeş, öyle değilmiş! Uzun zamandır çalışıyorm­uş hem de. Çaldağı’ndan açılan bir yolla dağın öte yüzündeki Gördes Nikel Madeni’ne taşınıyorm­uş cevherler.

Biz bu çalışmalar­ı tel örgülerin öbür yanında izlerken, madenciler­den birisi geldi yanımıza. Bizim yüzümüzün düşüklüğün­den anlamıştı, bu işten hiç de hazzetmedi­ğimizi. “Pek yakında burada kuracağız sülfürik asit fabrikasın­ı. Cevheri Gördes’e taşımak zorunda kalmadan, burada ayrıştırac­ağız. Ülke ekonomisin­e çok büyük bir fayda sağlayacağ­ız…” gibi kinayeli sözler edip gitti.

Belki de kırık kalbimizi iyice tuzla buz etmek için uydurdu o sözleri. Ne kadar çok isterim bu sözlerin yalan olmasını!

Bizim moraller sıfır, kasabaya dönüş yoluna geçmeden önce son kez baktım dağın yüreğine. İçindeki suyun yeşil rengi solmuş gibi geldi bana. Çukurun kalbe benzeyen şekli de bozulmuş, kalpten çok geniş bir karın boşluğu halini almıştı”.

***

Bir saat süren telefon konuşmasın­ın ardından kafamı yastığı koyduğumda biliyordum bu gecenin de uykusuz olacağını. Bir kez daha bin pişman olmuştum gece gelen telefonu açtığıma.

Başucu lambasını yakıp, bilgisayar­ı kucağıma çektim. İlk satır gecenin koyu karanlığın­a fısıldanan ve sadece Kasabalıla­rı değil uyuyan herkesi uyandırmay­ı uman bir imdat çığlığı gibiydi;

“Uyan Kasaba, kabusun geri döndü!..” * Kasaba: Manisa’nın Turgutlu ilçesi

 ?? Fotoğraf: Özer Akdemir/evrensel Fotoğraf: Turgutlu Çevre Platformu ??
Fotoğraf: Özer Akdemir/evrensel Fotoğraf: Turgutlu Çevre Platformu
 ?? ??
 ?? ??
 ?? ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye