Anayasa’nın üstünlüğü ilkesinden taviz vermeyelim
TÜSİAD Başkanı Simone Kaslowski, Türkiye’nin risk algısının düzelmesi için uygulanan politikaların öngörülebilir ve güven veren bir çerçeveye oturması gerektiği görüşünde.
DÜNYA +’da “Gündem Özel” konuğumuz olan Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği (TÜSİAD) Yönetim Kurulu Başkanı Simone Kaslowski, Türkiye’nin “risk algısı”nın düzelmesi konusunda şu mesajı verdi: “Önce politikaların öngörülebilir ve güven veren bir çerçeveye oturması gerekiyor. Bunların başında da güvenilir bir hukuk devleti olmak geliyor. Son zamanlarda Anayasa Mahkemesi ile ilgili tartışmaların gündeme geldiğini üzülerek görüyoruz. Bütün kanunların üzerinde olan Anayasa’nın üstünlüğü ilkesinden asla taviz verilmemeli.”
TÜSİAD Başkanı Simone Kaslowski’ye sorularımız ve yanıtları şöyle:
Türkiye’nin risk algısı iyi değil. Bu algıyı iyileştirmede iş dünyasının, sivil toplum örgütlerinin rolü, katkısı olabilir mi?
Son dönemde ekonomide algıyı çok konuştuk ama ne yaptık da Türkiye’nin risk algısı bozuldu? Biraz da buraya odaklanmalı ve artık sadece söylemlerle değil gerçekten yaptığımız işlerle o algıyı düzeltmemiz lazım. Moody’s not indirimine gitti örneğin, biliyorsunuz. Çok detaylı verilere dayalı bir rapor yayımladılar. Artık daha somut adımlar atma zamanı. Ekonomide başarı her zaman büyüme üzerinden konuşulmaya çalışılıyor ama asıl başarı riskleri artırmadan büyüyebilmektir. Bir şirketi de hızla büyütebilirsiniz ama aşırı borçlandıysanız, yüksek kaldıraç kullandıysanız risk algısı bozulur. Sivil toplum kuruluşları bu sürece en iyi katkıyı gerçekçi ve analitik bir yaklaşımla politika yapıcılara geri bildirim vererek yapabilirler. Bu algıyı düzelteceksek önce politikaların öngörülebilir ve güven veren bir çerçeveye oturması gerekiyor. Bunların başında da güvenilir bir hukuk devleti olmak geliyor. Son zamanlarda Anayasa Mahkemesi ile ilgili tartışmaların gündeme geldiğini üzülerek görüyoruz. Bütün kanunların üzerinde olan Anayasa’nın üstünlüğü ilkesinden asla taviz verilmemeli.
Harita ve rota belli Türkiye’nin sağlam bir yol haritası var mı? Yeni bir rotaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyor musunuz?
Türkiye’nin yol haritası tarihsel bağlamı içerisinde zaten bellidir. Asya’dan Anadolu, Balkanlar ve Avrupa’ya uzanan tarihsel arka plan bir tesadüf değil. Türkiye’nin OECD ve Avrupa Konseyi’nin kurucu üyesi, NATO’nun da ilk üyelerinden olması, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni imzalayarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yargı yetkisini kabul etmiş olması uluslararası arenada nerede konumlandırıldığı açısından belirleyicidir. Türkiye ekonomide de serbest piyasa ilkelerini benimsemiş, bu yönde yapılan reformlarla son 40 yılda ekonomimiz önemli bir gelişme göstermiştir. Bu bağlamda Türkiye’nin geçmişinden gelen çok sağlam bir yol haritası var. Bizim rotamız bu yoldan ne zaman şaştıysa o zaman çıkmazlar yaşadık ve ekonomimiz de nispeten düşük performans gösterdi. O yüzden yol haritası da rota da bizce belli.
Bilim kılavuz olmalı Türkiye sizce yeni bir gelişme heyecanı yaratacak bir strateji, bir başarı öyküsü yazmak için ne yapılmalı?
En başta bir araya gelebilmeliyiz. Bu ülkede yaşayan herkesin, her kesimin ortak paydasını yeniden tanımlamalıyız. Bizce bu temel hak ve özgürlüklerin garanti altında olduğu, ayrımcılığa maruz kalmadan, gelecek kaygısı duymadan, adil, sağlıklı, mutlu bir yaşamın mümkün olduğu müreffeh bir Türkiye’dir. Ortak hedeflerden yola çıktığımızda bu hedeflere varmak için ne yapılması gerektiği konusunda da hemfikir kalmak mümkün olacaktır. Burada önemli olan benimsenecek yaklaşımda bilimin ve akılcılığın ön planda olmasıdır. Bilimin kılavuz olduğu bir ortamda tüm farklılıklarımıza rağmen pek çok konuda mutabakatın sağlanabileceğine inanıyoruz. Böyle bir hikayeyi hep beraber yazabiliriz.
Belirsizlik çağındayız Başta ABD olmak üzere dünya nereye gidiyor? Dünyanın girdiği yönelimi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Küreselleşen ekonominin yönetişiminin yeterince kapsayıcı olmaması ve kurallara dayalı liberal düzenin jeopolitik gerilimlere yeterince güçlü yanıt verememesi sistemin hem içinden hem dışından sorgulanmasına yol açtı. Siyasetin ve ekonominin rasyonaliteleri birbirinden koptu. Çin’in yükselişi, yapay zeka gibi 90’larda tam öngörülmemiş birçok dinamik mevcut denklemi sarstı. 20. yüzyıla göre oluşturulmuş kurumlar soğuk savaş sonrası küreselleşmeye tam uyum sağlayamadan bir sonraki aşamada küreselleşmenin krizine yanıt vermeye çalıştılar ve bunda başarı sınırlı kaldı. Bu ortamda popülizm, korumacılık gibi akımlar sistemin gidişatından memnun olmayanların önüne çare olarak kondu. Ama onların da sorunları çözmek yerine daha da ağırlaştırdıkları görüldü. Üstelik bu sorunlar üzerinde uzlaşmanın daha zor olduğu kültürel fay hatları üzerinden dile getirildi ve mülteci krizi ortamında aşırı sağa alan açtı. Farklı ülkelerde görülen tüm bu popülist dinamikler sistemdeki eksikliklerin sonucu. Gidişatı endişe ya da belirsizlik çağı olarak adlandırmak mümkün.
Liberal demokratik düzene kapsayıcı reform gerekiyor Önümüzdeki dönemi şekillendirecek hangi eğilimleri tespit ediyorsunuz?
Kurallara ve demokratik değerlere dayalı liberal düzenin karşısında bir yandan Çin’in temsil ettiği devlet kapitalizmi var, diğer yandan da sistemin kendi içinde popülizm, korumacılık ve herkesin kendi başının çaresine bakmasını savunan tek taraflılık dinamikleri var. Her ikisi de sistemin karmaşık sorunlarına çözüm üretmekten uzak alternatifler. Daha gerçekçi bir alternatif, liberal demokratik düzenin kendi içinden daha kapsayıcı şekilde reforme edilmesi eğiliminin ağırlık kazanmasıdır. ABD başkanlık seçimlerinin nasıl sonuçlanacağı hangi eğilimin ağırlık kazanacağı konusunda belirleyici olacak. Liberal düzenin diğer ayağını oluşturan AB’nin de çoklu krizlerini aşma yolunda bu yılın içinde attığı adımlar özellikle salgının ilk döneminde ortaya çıkan dağılma riskini bertaraf etti. AB’nin başta parasal birliğin mali birlikle tamamlanması yönünde umut verici ama yeterli olmayan bir aşama sağladığını söyleyebiliriz. Bazı üye ülkelerde hukuk devleti alanında yaşanan sorunların da daha yakın bir gözetime tabi olacağını görüyoruz. Aynı şekilde iklim krizini, salgınla mücadeleyi ve dijital gündemi de bu küresel yönelime dahil etmek ve ortak sorunlara ortak çözüm aramak zorundayız.
Yeniden yapılanmakta olan küresel tedarik ağının bir diğer önemli unsuru çevresel değerler ve iklim değişikliği ile mücadeledir.
Rekabetçilik konusuna döviz kurundan bakmaktan vazgeçelim
TL’nin değeri ihracatçılar tarafından bile “aşırı rekabetçi” olarak nitelendiriliyor. Kurların etkisiyle Türkiye, birçok sektör ve üründe dünyanın en ucuz ülkesi konumuna geldi. İşçiliğin Çin’den bile ucuz olduğu yolunda saptamalar var. Rekabetçi kur konusunda doğru adımlar neler olabilir?
Reel kurdaki rekor düşüş bu dönemde önemli bir deney oldu. Türkiye’nin reel kur endeksi son 7 yıldır düşüyor ama ay
nı dönemde Türkiye’nin dünya ihracatından aldığı pay sabit kaldı. Demek ki yüksek kur rekabet gücümüzü artırmaya yetmiyor.
Yıllarca TL aşırı değerli denilen 2003-2010 dönemine bakarsanız ihracat payımızda müthiş bir artış var. Ne farkı var bu iki dönemin? En büyük fark kurumlarda.
Bu dönemde Türkiye bağımsız kurumlar ve güçlü bir bankacılık sektörüyle makroekonomik dengelerini başarılı bir şekilde yürüttü. Pek çok alanda AB müzakere süreciyle beraber reformlar yapıldı.
Dünya ile barışık olmak, müttefiklerle kurduğumuz güçlü stratejik ilişkilerle çıkarları korumak ön plandaydı. Artık rekabetçilik konusuna döviz kuru üzerinden bakmaktan vazgeçelim. İhracatı artırmak en başta stratejik politikalar ile mümkün.
Ekonomik istikrar da rekabetçilikle yakından ilişkili. Kurun seviyesi değil ama istikrarı ihracat üzerinde çok daha olumlu etki yapıyor. Hem piyasa ile hem de ürünlerimizi sattığımız pazarlarla barışık olmak rekabet gücümüzü doğrudan artıracaktır.