Hayata tutkun
Hayatı dolu dolu yaşamak dedikleri işte tam da bu olsa gerek. Oyuncu Burcu Biricik ve eşi Emre Yetkin’den bahsediyoruz. Çok yoğun çalışan ancak boş buldukları her anı yeni deneyimler yaşamak için kullanan, ‘ille de doğa ve deniz’ diyen ikilinin hikayeleri
Son bir senedir Hayat Şarkısı dizisinde izlediğimiz oyuncu Burcu Biricik, “Ben Türk dizisi izlemem” diyenlerin bile aklını çelebilecek bir kadın. Sebebi; yeteneği, enerjisi ve güzelliği...
Yaklaşık bir yıl önce evlendiği eşi reklamcı Emre Yetkin ise gezmeyi ve macerayı seven, üstüne nefis fotoğraflar çeken bir adam.
Bu iki ‘güzel insanı’ üç buçuk sene önce bir araya getiren de yaşama olan tutkuları olmuş. Birlikte seyahat etmeyi çok seven çiftin rotasını bilindik ülkeler değil, sıra dışı mekanlar oluşturuyor. Dünya daha fazla değişmeden farklı kültürleri tanımak isteyen ikili ayrıca gittikleri her yerde plajda güneşlenmek yerine yeni deneyimler peşinde koşuyor: Sörf yapıyor, kürek çekiyor ya da dalıyor. Naviga’yla yollarının kesişmesi de bu sayede oluyor.
İşte huzurlarınızda Burcu ve Emre ile gerçekleştirdiğimiz keyifli sohbet. Röportaj süresince bize bulaşan yaşam enerjilerinin sizlere de ulaşması dileğiyle…
Bildiğim kadarıyla Antalyalısınız. Oradayken denizle içli dışlı mıydınız?
B.B.:
Çok değildi çünkü ben Antalya’ya iki saat uzaklıktaki Elmalı ilçesindenim. Liseye kadar Elmalı’daydım ve Antalya’ya çok da sık gitmiyorduk. Gittiğimizde de bildiğiniz deniz tatillerini yapıyorduk. O kadar da deniz kızı değildim aslında.
Ya siz Emre Bey? E.Y.:
Ben İstanbulluyum ve çocukluğum Boğaz’da geçti. Denizden hiç uzakta yaşamadım. Küçükken Enka’ya yüzmeye gidiyordum, sırt üstünde birinciliğim falan vardı.
1991 yılında da sutopu takımı beni istemişti. Ama kuzenlerden biri havuzdan mikrop kapıp da kulak iltihabı olunca ailem beni korumak adına havuzdan aldı. Bir ara kuzenimin Beneteau Oceanis 31 model teknesi vardı. Onunla da kendi kendimize yelken yapıyorduk. Sonra o tekneyi sattık. Hatta tekneyi satmadan
önce son konaklamamızı da Burcu’yla birlikte Çam Limanı’nda yaptık.
Nerelerde geziyordunuz tekneyle? E.Y.:
Bizimki tam keyif işiydi. Belli bir rotamız olmadan rüzgâr bizi nereye götürürse oraya gidiyorduk. Bir gece karşıdaki yeşil ışığı kerteriz alalım dedik, kendimizi Ataköy Marina’da bulduk. Oysa ki bizim yerimiz Kalamış Marina’daydı. Sonra motoru bastık geri döndük. Çok eğleniyorduk o dönem.
Sosyal medyadan gördüğümüz kadarıyla birlikte çok güzel geziyorsunuz. Gezmeye nasıl başladınız?
B.B.: Emre’yle tanışmadan önce benim hayatımda seyahat bu kadar çok yoktu açıkçası. Emre’yle tanıştıktan sonra artık hep bir sonraki rotayı planlar hale geldim. E.Y.: Burcu’nun da içinde varmış. B.B.: Gittiğimiz hiçbir yerde zorlanmıyorum, en zor koşullarda bile.
E.Y.: Burcu’yla ilk tatilimizde Makedonya’ya gidip kano yapmıştık. O benim için bir testti aslında. Yani Burcu’yu zor koşullara ne kadar dayanıklı olabildiği konusunda gözlemleme fırsatım olmuştu. İkinci tatilimizde de Kamboçya’ya gittik. Buraya da geldiyse benimle birlikte her şeyi kaldırabilir diye düşündüm ve evlenme teklif etmeye karar verdim.
Gittiğiniz yerlerde neler yapıyorsunuz mesela?
B.B.:
Sri Lanka’da sörf denemek istedim. ‘Knee board’ diye bir şey var ondan kiraladık. Board’un üzerinde diz çökerek yapıyorsunuz. Sörfün amatörcesi aslında. Amatör bir spordu ama ben daha da amatör olduğum için küçük bir tehlike atlattım. Dalga geliyor diye atladım, sonra dalganın içinde yamuldum, yamuldum. Orada da kayalıklar varmış. Emre de beni seyrediyordu, kıyıdan bir baba gibi bağırıyordu “O tarafa gitme, bu tarafa git diye”. O hızla neredeyse kayalara giriyordum. Neyse ki bir şey olmadan atlattım.
Uzakdoğu’da dalış maceranız nasıl geçti?
E.Y.:
Benim CMAS brövem var. Ancak alerji yüzünden kulağım rahatsızlanınca dalmayı bırakmıştım. Bu spor, biliyorsunuz, planlı programlı
bir hayat da istiyor. Bir gece öncesinden ne yiyip içtiğine dikkat edeceksin, iyi uyuyacaksın...
Hayatım maalesef o kadar disiplinli olmadığı için tatil dalışları daha çok hoşuma gidiyor. Biz de Endonezya’daki Gili Trawangan Adası’nda daldık. Dalış noktasına botların üzerinde 2,5 saat yolculukla ulaştık. Sonra bizi suyun üstünde duba gibi bir şeyin üzerine terk ettiler. Yedi kişi dubanın üzerinde 45 dakika kadar bekledik. Yüzsek yüzülmez çünkü yanımızda eşyalar var. Sonra Allah’tan bir tekne geldi, bizi aldı. Dalar mıyız? Dalarız dedik. Ben daha önce dalmıştım ama Burcu’nun ilk deneyimi olacaktı. Adama CMAS brövem var ama yanımda değil dedim, o da sorun olmadığını söyledi. Burcu’ya da önce eğitim vereceklerini sanıyordum. Eğitim diye verdikleri şey birkaç basit bilgiydi. Normalde Bc’yi falan kontrol etmesi lazım yoksa çuval gibi denizin dibini boylayabilirsin. Ama onu bile yapmadılar. Ve Burcu ilk dalışını tekneden ters takla atlayarak yaptı. İlk seferde bana bunu mümkün değil yaptıramazlardı.
B.B.: Bana sadece buraya bas, şuraya bas şeklinde bir eğitim verdi.
Kaç metreye indiniz? E.Y.:
Resifte 15 metre civarı bir derinliğe indik. Buddy’li de değiliz. Bu arada baktım Burcu’dan garip sesler geliyor.
B.B.: Maskeme biraz su giriyordu. Ben de yanımdaki eğitmenin direktifleri doğrultusunda hafif hafif çıkarmayı başarıyordum. Ama bir ara su gelip de burnuma dayanınca eğitmen işaretle maskemi çıkarıp tekrar takmamı istedi. Ben maskeyi çıkarınca panik yaptım ve ‘beni yukarı çıkar’ anlamında işaretler yapmaya başladım.
Bu arada ağzımdan regülatörü de attım. Alışkın olmadığım için ağzımdan nefes almak bana tuhaf gelmişti tabii. Sonra tekneye çıktık. Emre geldiğinde ben korkudan eğitmenin elini tutuyordum.
E.Y.: Yalnız eğitmen o noktada çok doğru bir hamle yaptı ve Burcu’yu bir kez daha daldırdı. Eğer Burcu onu yapmasaydı, travma yaşayacak ve muhtemelen bir daha dalamayacaktı.
İkinci dalış nasıl geçti? B.B.:
Çok daha iyi gitti. Hatta bu kez daha derine daldık ve deniz kaplumbağalarıyla falan yüzünce benim korkum gitti, rahatladım. Gözlük yüzüme tam oturunca içeri su da girmemişti. Kendi kendimi “Şu an ağzımdan nefes alıyorum hiçbir sorun yok” diye telkin ettim. İkinci dalışta o kadar mutluydum ki sürekli çok iyiyim işareti yapıyordum.
Bu arada Türkiye’ye döndüğümüzde Hayat Şarkısı’nın ikinci sezonunun tanıtım filmi çekildi. Ve bu çekim Dalyan’da tamamen sualtında yapıldı. Ben tabii artık ne yapacağımı biliyordum. Eğer ikinci dalışı yapmasaydık o çekimleri de muhtemelen gerçekleştiremeyecektim.
Sualtı çekimlerini nasıl gerçekleştirdiniz?
B.B.:
O çekimlerde 3 metre kadar derinlikteydik ama sualtında rol yapacaktık ve çok uzun süre kalacaktık. Bir gün önce dalgıçlarla havuzda çalıştık. Planlanan sahneye göre biz hep suyun altında olacaktık. Yanımızda dalgıçlar olacak ve arada bize regülatörü uzatarak nefes almamızı sağlayacaktı. Biz de biraz nefes aldıktan sonra rolümüze devam edecektik. Ama biz onun yerine her seferinde kendi nefesimizle dalmayı tercih ettik.
Sevdiniz mi dalmayı? B.B.:
Hem de çok. Düşünsenize o ilk dalışta bile gördüklerime inanamadım. Daldığımda şunu fark ettim: Dünyanın üzerindeki yaşam kadar, hatta çok daha renklisi sualtında var. Ve ben bunun en fazla yüzde 1’ini görmüşümdür. Bir arkadaşım ilk kez daldığında korktuğunu ve daha fazlasını görmek istemediğini söylemişti. Ama şimdi bende merak var, daha derinlere dalabilir miyim acaba diye.
Cesaret de var belli... E.Y.:
Burcu’nun diğer kadınların aksine birçok şeyi kafasına takmamasını çok seviyorum. Mesela adamın ağzından çıkardığı regülatörü takması ya da Uzakdoğu’daki adamın giydiği, hatta ısınmak için içine işediği dalış kıyafetini hiç tereddüt etmeden giymesi...
B.B.: Gittiğim yerlerin şartlarına uyum gösterme konusunda bir sıkıntım yok.
Bundan sonra nerede dalmak isterdiniz?
E.Y.:
Keşke vakit olsa da Güney Amerika’ya gidebilsek. Mesela Meksika Cancun’daki sualtı müzesinde dalmayı isterdim. Ben bir de dalga sörfü yapmak istiyorum.
B.B.: Keşke bir aylığına gidebilsek. Oralara öyle uzun gitmek gerek ama buna henüz vakit yok.
yanında, 1.500’den fazla küçük ada ve sığlıktan oluşan takım adalara verilen isimdir. Bu bölge Yeni Gine’nin batı ucunda kalır.
Yeni Gine Adası, neden bu ismi almış? Bölgeye Avrupalıların ilk gelişleri 15’inci yüzyıla rastlar. 1526 yılında Portekizli Jorge de Meneses, Yeni Gine Adası’na gelen ilk Avrupalıdır. Meneses, adanın kuzey kıyılarına Malay dilinde ‘kıvırcık saçlı’ anlamına gelen ‘Ilhas dos Popuas’ adını verir. Daha sonra bölge insanlarının Afrika Ginesi kıyı insanlarına çok benzediğini görerek adanın ismini ‘Yeni Gine’ olarak değiştirir. Bundan sonra bölgeye sırasıyla, İspanyollar, İskoçlar, İngilizler ve Fransızlar gelir.
Günümüzde Yeni Gine siyasi olarak yaklaşık tam ortadan ikiye bölünmüş durumda. Adanın doğu parçası ‘Papua Yeni Gine’ 1975 yılından beri bağımsız bir ülke. Batı parçası ise Endonezya’ya bağlı. Haritaya bakıldığında Yeni Gine Adası bir kuş figürüne benzetilir. Bu kuş sanki batıya doğru yol alır gibidir. İşte kuş figürünün tam baş kısmına denk gelen bölgedir, Raja Ampat.
Raja Ampat, iklim olarak Endonezya’nın herhangi bir yerinden fazla farklılık göstermez. Su üstü bitki örtüsü çok zengin ve bölge tamamen yeşil cangıl görünümündedir. Zaten Yeni Gine Adası, yeryüzünde halen doğasını en iyi koruyan yerlerden biri. Bunun yanında günümüzde hâlâ yepyeni canlı türleri yine burada keşfediliyor. Diğer bölgelerdeki orman kaybı göz önüne alındığında, Papua Yeni Gine dünyanın en güçlü yağmur ormanlarına sahip üçüncü ülkesi unvanını kazanıyor. Bu durumda ekoturizm açısından en gözde bölgelerden biri. Böyle bir yerin sualtındaki yansıması da pek farklı olamaz.
Aslında Endonezya’nın hatta IndoPasifik Bölgesi’nin herhangi bir yerinde dalış yapıldığında da çok farklı dip yapısı ve deniz yaşamı ile karşılaşılmıyor. Sert ve yumuşak mercanlar ve tropik resif balıkları her yerdeler. Dalış yapanlar için bunlar bilinen görüntüler. Ancak Raja Ampat’ın suya girer girmez hemen dikkat çeken özelliği çevredeki balık bolluğu oluyor. Gerçekten de balık bolluğu alışılmışın çok üzerinde. Hem tür hem de her türün popülasyonu açısından bu bolluk hemen fark ediliyor. Her dalışta büyük balık sürüleri ile mutlaka karşılaşılıyor. Bir sualtı fotoğrafçısı için bunlar aranıp bulunamayacak