Musto Corsica BR1 Jacket
Poseydon Koyu’ndaki kısa deniz molasından sonra hemen batısındaki Klima Koyu’na geçmek üzere demirimizi aldık. Adım adım Pitagorion şehrine yaklaşıyoruz. Acentemiz Pinelope oyalandığımızı duysa, herhalde çok kızardı. E geliyoruz işte ne var, şu güzelim Di
Su, rüzgâr geçirmiyor, nefes alıyor. BR1 mebrandan üretilmiş, iç astarı polar. Hem seyirde hem de karada kullanmak için ideal.
749 TL
Deri ve sentetik karışımı çizme Goretex mebran sayesinde su geçirmiyor, aynı zamanda nefes alıyor. Ayağınız her türlü şartta kuru ve sıcak kalıyor. Kaymaz ve iz yapmaz özel tabana sahip.
1.393 TL (KDV Dahil) www.sprtwrks.com www.eastmarine.com.tr
Fiyat:
Seneler önce tekne sevdası ilk gönlümüze düştüğü zamanlarda, hani nerde şimdiki gibi pat diye tekne alıvermek, geceleri ve her boş zamanımda çılgın gibi gezginlerin notlarını okurdum. O zamanlar (ve şimdi de) benim için tanrısal Sadun Abi’den başlamak üzere hemen herkesin yazısını, önüme harita alıp hatmederdim.
Gıcır gıcır sıfır tekneler filan yok kimsede o zaman. Her boyda ahşap teknenin, bir şekilde sahip olunmuş fiber fakat motoru hep sorunlu teknelerin ve sahiplerinin başlarına gelenler, gözümün önünden akar giderdi. İçten içe korkardım da, yahu ne meşakkatli iş şu deniz işi diye. Belki mazotun o zamanlar yeterince temiz olmamasından ya da malzemelerin şimdiye göre daha kıt, mevcutların da zayıf ve kalitesiz olmalarından, belki de hava tahminlerinin çok gelişmemiş olmasından mütevellit, ne çok sorun anlatılır, ne çok badire atlatılırdı. Sığınılacak barınak ya da marinalar da az, koylar ve köyler daha bir ıssız, teknik yardım almak elbet çok daha zor olduğundan, hatta iletişim neredeyse sıfır olduğundan şimdiye göre çok daha çaresiz durumda olan denizcilerin anılarını hatırladıkça, hâlâ içim bir garip olur. Ama işte tüm bu sebeplerden insanlar daha becerikliydi. Çünkü ‘icat çıkarmak’ zorundalardı. Eldeki malzemeyi
envai çeşit duruma göre dönüştürmek, pratik olmak, cin gibi bir kafayı yaşamak zorundalardı.
Ne güzel yazılardı. Dilek Boğazı’yla ne alakası var diyeceksiniz. Durun anlatacağım.
Tüm bu sıkıntılı gezi yazılarının hava ve deniz durumuyla ilgili bölümlerinde bazı coğrafi bölgeler vardı ki rüyalarıma girerdi. Knidos sanki Bermuda şeytan üçgeniydi. Gökova öğleden sonraları insan yiyen bir canavar, Kuşadası Körfezi aşılması güç bir kara delik, Çandarlı Körfezi ise “Aman Yarabbim” bir yerdi. Hemen her gezginin buralarda anlattığı uyku kaçıracak anıları vardı ve ben buraları denizden hiç geçmemiş, gözü açılmamış sığırcık yavrusu olarak okur okur, sonra da sebebini bilmediğim bir gerginlikle uyumaya giderdim. Hani tekne aldık da bir o bölgeler kaldı gidemediğimiz sanki, teyallahım! Neyse efendim, bu bölgelerden biri de Dilek Boğazı’ydı! Hen hen hen hen hen hen! (Gerilim müziği) Dilek Boğazı’nın içi dışarıya göre birkaç bofor fazla eser! (Aman yarabbim!) Kuzeyden ve güneyden gelen dalgalar ve akıntı içerisini kaynatır, karışık denizler yapar! (Oyyyyy!) Yukarı çıkacak denizciler günlerce Dip Burnu’nda, Sandal Adası ve Su Adası civarlarında hava beklemek zorunda kalırlar! (Eyvah ki ne eyvah!) Yine içim ürperdi. İşte böyle bir yerdi Dilek Boğazı benim için. Her Musa’nın bir firavunu, benim de Dilek Boğazım vardı. Benim kendi çapımdaki boğazlar meselem Dilek’le başlamıştı ve fakat Montrö’yle filan çözülecek gibi değildi. Dilek Boğaz pastili de yoktu ki, korkularımı geçirsin.
İnsan korkularının üzerine gitmeli, doğru da abartmamalı da zira 2017 yazında toplamda 12 kere filan geçmişim. Çoğunluğu da yalnız başıma. Büyük aşklar nefretle değil, büyük korkularla başlıyormuş sanırım, itiraf edeyim, seviyorum Dileği! Hanım okuyacak kafamı koparacak, boğaz bu boğaz! Öyle Dilek değil. Dergi üzerinden haberleşiyoruz, hale bak.
Şaka bir yana, bu iki ülkeyi ayıran incecik su yolu öyle sihirli, öyle narin ve kıymetli bir atmosferde ki korku morku değil, insana resmen yaşama sevinci veriyor. Geçmişte anlatılanlar büyük ihtimal sadece Türk kıyılarını kullanan denizcilerin anıları. Komşuyla ‘soğuk’ zamanlarımızda herhalde denizcilerimiz hep bizim tarafta kalmışlar. Mecburen elbet. Yunan tarafına göre daha vahşi doğa şartlarına sahip topraklarımız da Dilek Boğazı’na hak etmediği bir ‘ters bölge’ algısı yüklemiş. Hatta bizim kıyılar öyle bir askeri bölge halinde korunuyordu ki okuduklarımdan hatırlıyorum, boğazdaki az sayıda girintiye sığınan, havadan kaçan, demirleyen yatçılarımıza kendi askerlerimiz kötü davranırdı. Eğip bükmeye gerek yok. Gerçekler bu. Nöbetçi askerler gelir, binbir türlü zorluk çıkarır ve hatta kaba davranışta bulunurlardı. Seneler boyu biz tekneciler devletimizin gözünde zaten “Dikkat yatı var!” adamlarıydık.
Çanakkale’den teknesiyle çıktı diye hapis yatan denizcimiz vardı. Ya da teknesiyle yurtdışına çıkan teknecinin pasaportuna “Dikkat yatı var!” damgası vurulduğunu anlatırdı eski ağabeylerimiz.
Boğazın iki yakası öyle farklı gelişmiş ki hâlâ daha şaşırıyor insan. Bizim taraf katı bir savunma ve insansızlaştırma politikası gütmüş. Karşı taraf ise balıkçılığından yemeklerine, yazlıklarından köylerine kadar hayatını normal devam ettirmiş. Öyle olunca da boğazın iki yakası arasında dağlar kadar fark çıkmış. Elbette Yunan tarafının daha korunaklı ve saçak altı doğası yerleşime, gelişime müsait. Bizim taraf ise özellikle tekneciler için çok zor bir coğrafya. Öyle olmasaydı bizim de gayet güzel yerleşimlerimiz olurdu diyebilirsiniz. Ben de size Dilek Boğazı’nın iki adım ötesindeki bizim eserimiz Kuşadası’nı örnek veririm. E hani? Kuşadası’na hiç uzaktan baktık mı? Denizden? Şimdi biraz daha anlayabildik
Zeus’un kızlarını kastediyor. Bildiğin peri tadında, sanata, inceliğe yönelmiş fıstık gibi tanrıçalara Musa diyorlar!!! Kızlara yazık, hadi onları geçtim, bize yazık. Danimarkalı bir heykeltıraş var. Adamcağızın meşhur bir eseri var, “Apollo ve Helikon Dağı’nda dans eden musalar” isminde. Apollo çalıyor, musalar oynuyor şeklinde bir kompozisyon yontmuş adamcağız. Bolu Dağı’nda otoban kenarına arabayı çekip emniyet şeridinde kıvrak figürler sunan Musa dayı ve arkadaşları sahnesi gelmiyor mu aklınıza? Arabanın ‘apollosunun’ sesini iyice açıp oynayan Musa dayılar. Dağ da var, Apollo da var, Musalar da var. Daha ne... Offf... Gitti gene konsantrasyon.
Biz gene dönelim Mykale Dağı’na. Bu sefer köşemizde hiç kullanmadığımız bir kaynaktan, bir coğrafya kitabından bu bölgeyle ilgili neler denmiş, araştıralım mı? Kitap birazcık eski ama. İki bin yaşında! Yazarı Strabon, hemşehrimiz, Amasyalı! Anadolulu! Şu Anadolulu konusunu bu yazı dizisinin önceki bölümlerinde tartışmıştık, yine girmeyelim. Strabon tarihin ilk coğrafyacısı kabul edilir, malumunuz. Birçok yer gezen Strabon’un kitabında Anadolu’yu anlattığı bölümler tadından yenmez, pardon, okunmaz:
“Maiandros’un (Bildiğiniz Menderes Nehri (Ç.K.) denize döküldüğü yerlerden sonra, ....., üstü yabanı hayvanlarla dolu ve ağaçlarla kaplı Mykale Dağı’nın bulunduğu Priene kıyısı gelir. Bu dağ,....., Trogilion denilen dağlık burnun ucundan (Bugünkü Dip Burun! Ç.K.) Samos’a doğru uzanarak yaklaşık 7 stadion genişliğine bir boğaz meydana getirir. (Bildiniz! Dilek Boğazı’na el sallayın! 2 bin sene önceki bir coğrafya kitabından. Ç.K.)..... Trogilion denen burun Mykale Dağı’nın mahmuzu gibidir (Açın haritayı bakın, sahiden de öyle. Ağzına sağlık Strabon! Ç.K.)”
Metinde geçen ‘stadion’ antik bir uzunluk ölçüsü birimi. Aşağı yukarı 180200 metrelik bir uzunluğa deniyor. Yani Strabon hemşerimiz 7 stadion deyince Dilek Boğazı’nın 1.200-1.400 metre genişlikte olduğunu söylüyor. Canım benim, insanın hemşerisi gibisi var mı be! 2 bin sene öteden Dilek Boğazı’yla ilgili sohbet ediyoruz adamla. Zevke bak. Geçen sayıda Zeus ve Hera eşlik etmişti bize bu sayıda da sağolsun Strabon yalnız bırakmadı bizi.
Sahi, geçen sayıda Zeus erkenden yatmıştı. Eşi Hera’ya da sabah kardeşi Poseydon’la birlikte arsa bakacaklarını filan söylemişti. Ne oldu acaba o iş? Bence gelirken denize girdiğimiz Poseydon Koyu’nun peşinde bu Poseydon ya, du bakalım. O sırada Olimpos tapu dairesi önünde - Nerde kaldı bu birader ya. Öğlen oldu! Hah geldi!
- Geldim Zeus geldim, kusura bakma geç kaldım. - Nerdesin Poseydon ya! - Sorma abi sis var diye vapurlar çalışmıyordu, motorla geçtim karşıya.
- Posi saçmalıyorsun, sen deniz tanrısısın oğlum, ne vapuru, ne motoru!! Yunusların munusların filan çektiği bir araban maraban yok muydu, onla gelseydin!
- Ha park yeri var da, özel aracınla gel diyorsun! Hem yunus parkları filan diye kamuoyu zaten ters bakıyor yunus olayına. Paşa paşa motorla geçtim karşıya.
- E iyi tamam, içerden numara aldım ben sen gelmeden, sıra bize geliyordur gel girelim içeri.
- Ya abi inşallah üstünde haciz maciz yoktur o arsanın ya.
- E ondan geldik ya oğlum tapu dairesine, sen merak etme.
- Çok kanım ısındı benim o koya. İlerde, emekliliğimde, gelen teknecilere gözleme mözleme bazlama filan yapıp satarım.
- Posi sen koskoca yunan tanrısısın oğlum, büyük düşün ya!
- Nasıl, böyle, yüksek kule filan mı yapayım, orda mı pişireyim?
- Evet gözleme kulesi yap ordan hizmet ver! Delirdin mi oğlum sen!
- Off ne bileyim abi. İki kuruş biriktirdik, şu koydaki arsayı alamazsam çok yıkılıcam yani.
- Kredi mredi morgıç filan ayarlarız merak etme. Yeter ki hacizli macizli çıkmasın arsa da. - Kredi deme hiç, asabım bozuluyor. - Noldu ki? - Sabah bankaya uğradım, bana kredi vermiyorlar. - Neden? - Belli bir mesleğim yokmuş. - Demedin mi ben tanrıyım diye? - Dedim, memur güldü, ben de musayım dedi. Dalga geçti. - Vay ukala vay, adama bak sen. - Yok memur kadındı. - Ha öyle musa. Anladım. - Çilonggg! - Hah bizim numara yandı bak. Hadi kalk kalk!
Sürecek...