Eyyy Polikrates! Sen kimsin ya!
Ne çok tiran geçmiş Ege’den, İyon’dan. Tiran enteresan kelime. Diktatör desen değil, despot desen değil, zorba da değil. Öyle asker masker kökenli olması da gerekmiyor. Sözlüğe baksan “Siyasi gücü zorla ele geçiren kimse” diyor, eski Yunan’ın yalancısıyım tavrında. İyon kentleri diyoruz ya; hani yeryüzünün en güzel göğü altında sanatla, bilimle, felsefeyle, denizle yoğrulan, demokrasinin beşiği coğrafyada kurulu olan. Bu kentlerde de tiranlık olur mu arkadaş, e oluyor işte. Biraz garip oldu değil mi? “Hem sen hayırdır, Samos’u anlatıyordun, Samos ve tiranlık ne alaka” diyeceksiniz. Arkadaşlar karşınızda Polikrates! Samos tiranı! Selamlayın!
Herodot’un meşhur tarih kitabında -ki neredeyse üç bin yaşında bir kitaptan bahsediyoruz, Samos Adası’ndan çok bahsedilir. Hem Samos hem de meşhur tiranı Polikrates’ten! Kitabın üçüncü bölümünün tamamı neredeyse Samos’a ayrılmıştır. Herodot da fark etmiş Samos ve Samosluları dilinden düşürmediğini, (dedikoducu ihtiyar!) kitabın bir yerinde itiraf etmiş: “Samoslular üzerinde fazlaca durdum.” Sevimli, pek gezenti, azıcık dedikoducu ve çok konuşan tarihçi hemşehrimiz bunun sebebini açıklarken, çok bahsettim ama bi sor bakalım neden çok bahsettim, bi sor, bi sor tadında devam etmiş: “Çünkü” diyor, “Yunanistan, en büyük eserlerinden üçünü onlara borçludur” Yani Samoslulara. Vaaaay, işte şimdi işler ciddileşiyor. Tüylerin diken diken olma zamanı. Neymiş bu üç eser? Şanslıyız ki adamcağız anlatmış! Sıkı durun! (Gerçi Yunanistan dememiştir muhtemelen çeviriden kaynaklanıyordur ya, Batı Anadolu ya da İyon dese de kabulüm.)
Bu üç eserden biri, bir tünel. Şehre su getiren bu tünel, bir mühendislik harikası. Eh be Çeto, kaç bin sene önceki tünelin nesinden etkilendin de sanki görmüş gibi heyecan yaptın ha, diyeceksiniz de... Gördüm ki ben onu! Tüneli yani. Hâlâ orada! Yakın zamanda ziyarete açılan, Herodot’un bahsettiği tüneli gidip resmen bugün gezebilirsiniz. Yapan adamın isminden, yapının teknik özelliklerine kadar anlatmış Herodot. İleride tüneli detaylıca işleyeceğiz.
Herodot’un Yunanistan’ın en önemli üç eseri diye nitelendirdiği yapılardan bir diğeri de mendirek! Pitagorion şehrinin mendireğini hepiniz gördünüz değil mi? Yine aranızda şüpheci gözlerle beni üzmeye çalışan dostlarımız diyecek ki, adamın bahsettiği Samos’un şimdiki Pitagorion olduğunu nerden biliyorsun a akılsız! Tünelin olduğu yer şimdiki Pitagorion’da da ondan diye cevap verip tünel dolusu teessüflerimi yollayacağım onlara. Bu kitapta da başka kaynaklarda da (Strabon’un coğrafya kitabında mesela) Samos deyince hep şimdiki Pitagorion tarif ediliyor, rahat olun ve tadını çıkarmak için mendireği gözünüzün önüne getirin. Kaç bin senelikmiş değil mi? İlk öğrendiğimde heyecandan hop
oturup, hop kalkmıştım. Şimdi eften püften prefabrik bir gümrük kulübesinin durduğu, yolcu gemilerinin yanaştığı, gözümüze sıradan gelen upuzun mendireğin tarihi meğer nerelere uzanıyormuş. Devam ediyor bizim ihtiyar mendireği anlatmaya: “Derinliği ferah ferah yirmi kulaç çeker, uzunluğu da iki stadı geçer.” Yani diyor ki derinlik 30 metre üzeri, uzunluk da 400 metreye yakın. Yani bugünkü gibi! Gibisini bırakın, zaten o mendirek kesin bugünkü mendirek! Şimdi yürüyüş ayakkabılarınızı giyin ve bir akşamüstü tadını çıkararak dolaşın bu binlerce yıllık yolda. Gemi geldiği zaman görevliler izin vermeyebilir, siesta zamanı kaçamak geçişler yapabilirsiniz. Frappe almaya gittikleri zaman da ortadan kayboluyorlar, yakalanırsanız beni tanımıyorsunuz ama...
Dedikoducu ihtiyarın bahsettiği üçüncü eseri merak ediyor musunuz? Hadi ilk ikisi üç bin senedir ayakta da, yok artık, üçüncüsü herhalde bugüne ulaşmamıştır, diyorsunuz değil mi? Bahsedilen üçüncü yapı, Hera Mabedi! “Yunanistan’daki bildiğimiz tapınakların en büyüğü” diyor! Yeri de belli, kalıntıları da belli! İleriki sayılarda oraya da gideceğiz! Tekrar dikkatinizi çekerim, bu üç eser de yerleri belli, bazı kısımları ayakta, yaşayan eserler. Üç bin seneden beri sizi bekliyorlar! Hâlâ görmediniz mi yoksa? Yoksa, yoksa, sadece gidip Pitagorion’da kalamar yiyip Kokari’de de denize mi giriyorsunuz? Size yazıklar olsun! (Ben de birkaç sene önce öğrendim bunları, çaktırmayın, aramızda kalsın)
Koca tarihçi bunlardan söz ettikten sonra şöyle bağlıyor lafını: “İşte bu eserlerinden ötürü biraz fazlaca durdum Samoslular üzerinde.” İyi yaptın güzel adam. Sen yazmasan nereden bilecektik o zamanları.
Pekiyi ne oldu bizim tiran Polikrates?
Sabırlı olun bahsedeceğim. Şimdi Allah’ı var, hakkını yememek lazım, Polikrates Samos’u çok güçlü bir şehir yapmış. Zamanının en güçlü donanmasını yaratmış adam, daha ne yapsın! Ticaret, Polikrates döneminde tavana vurmuş denebilir. O zamana dek herhalde görülmemiş uzaklıkta bir pazar da bulmuş. Evet, Polikrates Ege’nin ortasından Mısır’la ticaret yapmış. Düşünün artık, Mısır nire, Samos nire! Hatta Mısır’ın o zamanki hükümdarıyla dost olmuş iyi mi? Boru değil, Firavun Amasis! İki kanka karşılıklı hediyelerle dostluklarını perçinlemiş. Bu firavun da enteresan adam, takibe almaya değer görünüyor. Kıbrıs’a filan el atmış, boşa çıkarsak araştıralım adamı. Neyse, konumuza dönelim.
Ailemizin tiranı Polikrates ilginç bir şekilde yönetime geçmiş. Samos ‘cumhuriyetini’ iki erkek kardeşiyle birlikte zorbalıkla ele geçiriyor, üçe bölüyor ve her bir bölgenin başına bir kardeş geçiyor. Cumhuriyet lafı bana ait değil, resmen Herodot öyle diyor. Yani sizin demokrasiniz, cumhuriyetiniz tiran olmayı kafaya koyan adama karşı, gün geliyor etkisiz kalabiliyor. Aynı dönemlerde sadece Samos’ta değil, mesela Naksos’ta, hatta sıkı durun Atina’da bile tiranlar yönetimi ele geçirmiş! Sonra bir ara ilginç bir uygulama başlamış. Yönetim biçiminin tiranlığa yol açacak yumuşak karnını güçlendirmek ve tiranlara engel olmak için dudak uçuklatıcı bir uygulama geliyor. Çarenin adı, ismin güzelliğine bakın, Çanak Çömlek Mahkemesi!!!
Ostrakismos-çanak Çömlek Mahkemesi!
Eski Yunanca Ostraka kelimesinden çıkmış bir uygulama bu. Kırık çanak çömlek parçaları yani. Sistemin esası şu: Her yıl insanlar toplanıyor ve onlara deniyor ki ey vatandaş ileride tiranlığa hevesleniyor diye şüphelendiğiniz kim varsa ismini yazın bir kırık seramik, çanak çömlek parçası üzerine! Vay arkadaş! Binlerce sene öncenin berrak kafaları bunlar. İnsanlar bu isimleri yazıyor ve sonra oylar sayılıyor. Eğer en az 6 bin kişinin yazdığı bir isim çıkarsa vay o adamın haline! Yok canım kesmiyorlar adamı. O adama diyorlar ki malın, mülkün, paran hepsi senin olsun, varlığına ya da onuruna dokunmuyoruz, sadece gideceksin bu toplumdan, terk edeceksin buraları! On seneliğine! On sene sonra istersen dönebilirsin ama on sene gelmeyeceksin bizim aramıza. Sanırım ilk defa bu uygulama Atina’da hayata geçiyor. Ciddi ciddi işletiyorlar bu mahkemeyi ve Atina’nın önemli komutanlarından, devlet adamlarından bazıları on senelik sürgünlere yollanıyorlar, iyi mi? Biraz üzerinde düşünülürse ilginç yerlere çıkıyor bu iş. İlk bakışta tiran olma heveslisi zararlı ve çok güçlü bir adamın adını yazacaklar algısı var. Fakat başka bir açıdan bakınca toplumda çok sevilen, çok taraftarı olan bir adamın yazılma ihtimali daha yüksek değil mi sizce de? Yani ‘herkes seviyor şu adamı, ileride bunu başa getirir bunlar, ama ben bu adamdan şüpheleniyorum’ diyen sadece 6 bin kişilik bir azınlık yetiyor! Müthiş öngörü.
Modern psikolojide bir kavram var. Duymaya hazır mısınız? Psikolojik dışlanma ya da sosyal dışlanma olarak Türkçeleştirebileceğimiz bu kavram, ne mi? Tabii ki Ostrasizm! Kelime tanıdık geldi mi? Çanak çömlek kırıklarından psikolojiye...
Dönelim Polikrates’e
Ne demiştik? Polikrates ve diğer iki erkek kardeşi Samos’u paylaşmıştı hani. Sonra bizimki ne yapıyor dersiniz. Kardeşinin birini öldürüp, diğerini de sürgüne yollayıp onların bölgelerine de çöküyor ve Samos’un tek tiranı oluyor! Hadi buyrun! Adam öyle güçleniyor ki tüm düşmanları boyun eğiyor. Ellişer kürekli yüz gemisi ve bin okçusu olduğunu yazıyor Herodot. Her gittiği yere savaş ve yıkım götürüyordu diyor. Üç bin sene sonradan adama bilendim bak. Eyyy Polikrates sen kimsin ya! Gerçi hem nefret edip hem sevdiğimiz Erol Taş gibi adam. Dost most dinlemiyor ocağını söndürüyor herkesin. Şu hayat görüşüne bakın adamın: Dost diye hiç dokunmamak, hiçbir şeyini almamak yerine, dostun her şeyini, neyi var neyi yoksa alıp, azar azar vermek dostu daha mutlu eder, sizi onun gözünde daha kıymetli yapar diyor!?!?!?!!??!! Tam psikopat! Hakaret eder gibi oldum ama versin
mahkemeye kerata! Tiran’dan mı korkacağız! Adam gideli üç bin sene olunca efelik kolay oluyor. Şaka bir yana tiran da olsa bazı insanların talihi hep rast gidiyor. Neye elini atsa altına çeviren adamlar gibiler. Güç, zenginlik, şöhret her şey ellerinde. Mutlu olmak için her şey! Anahtar kelime mutlu olmak, buraya dikkat buyurun. Peki bir gün bu kafanıza takılır mı? Yani hep mutluluk hep başarı hep hep hep yukarılarda olmak sizi korkutur mu? Polikrates’i rahatsız etmemiş ama kimi etmiş biliyor musunuz? Firavun Amasis’i! Yani bizim tiranın Mısır’daki kankasını! Bu enfes hikayeye hazır mısınız? Bir çay koyup gelin, başlıyoruz.
Amasis’in tereddütleri
Arkadaşı Polikrates’i taa uzaklardan, Mısır’dan takip eden Firavun Amasis bir gün ona bir mesaj yollar. SMS olmayacağına göre, olsa da başka ülke şebekesine bağlanmak pahalı olacağından muhtemelen ulak göndermiştir. Amasis der ki mektubunda, “Polikrates senin bu şans işleri ne olacak böyle bro! Yanlış anlama, (Göğsüne elini vurarak) ben dostumun başarısıyla gurur duyarım, eyyvallah, mutlu olmasını isterim.” Tabii böyle atanamamış mafya lideri gibi konuşmamıştır koca firavun. Yazı renkli olsun diye girdiğimiz hallere bak.
Neyse biz mektuba ve ciddiyete dönelim. Diyor ki firavun: “Bir dostun başarılarını duymak güzel bir şeydir fakat senin bu büyük mutluluğun beni rahatsız ediyor. Ben tanrıları tanırım ve ne kıskanç olduklarını bilirim. Sürekli bir mutluluktansa başarı ve başarısızlıkların harman olduğu bir hayat daha iyidir. Hep başarılı olanın şansı sonunda öyle bir döner ki, sonu olur.” Bu minvalde bir mektup yollayan firavun Polikrates’i uyarır ve ilginç bir tavsiyede bulunur. “Senin için”, der “Çok kıymetli olan, kaybedersen çok üzüleceğin bir şeyi kendinden uzaklaştır, gönder, uzaklara at. Öyle uzaklara at ki kimse göremesin bir daha.” İlginç değil mi? Yani günümüzdeki zekat anlayışına benzer mi dersiniz, kurban kesmeye ya da nazarı bozmaya dair yapılanlara mı benzetirsiniz bilemem ama çok tanıdık bir kavram değil mi bu? Başının gözünün sadakası olsun, kes bir kurban, kem gözlerden ırak dur dercesine ya da “çok gülme bak sonra ağlarsın” diyen ihtiyarlar gibi, hatta tü tü tü diye tükürerek nazarı önlemek gibi bir tavsiye. İnsanlık, aradan binlerce sene de geçse, ortak bazı şeyleri hiç kaybetmiyor. Fakat korkunç olan şey şu ki; binlerce sene boyu insanoğlunun değişmeyen alışkanlıkları, gelenekleri, inançları, düşünce biçimi günümüze geldiğimizde sadece bir nesil sonrasında bile kaybolup gidiyor. Teknoloji ve zaman değiştikçe nesiller arası kopmalar daha kısa sürelerde gerçekleşiyor. Meslekler kayboluyor, yeni meslekler doğuyor, dil çok çabuk değişiyor, iletişim kopuyor, aile bağları zayıflıyor ve daha neler neler.
Polikrates firavun sözü dinliyor ve başlıyor en kıymetli nesi olduğunu araştırmaya. Sonunda yüzüğünde karar kılıyor. Samoslu bir ustanın elinden çıkma bu değerli yüzük onun için çok kıymetlidir ve sürekli parmağında taşımaktadır. Nasihate uyacaktır, yapacak bir şey yok. Gemilerinden birine atlar ve Ege’ye açılır. Uzaklarda bir yerde adamlarının gözü önünde yüzüğü denizin derinliklerine yollar ve geri döner. Polikrates üzgün tabii, gitti güzelim yüzük.
Samos’ta balıkçılık yapan bir adam bir gün büyük bir balık yakalar. Der ki, bunu satacağıma Polikrates’e sunayım. Tiran büyük memnuniyetle balığı kabul eder, değerini balıkçıya fazlasıyla öder hatta birlikte yemeğe davet eder. Aşçılar balığı kesip temizlerken bir bakarlar ki yüzük balığın karnında geri gelmiş!!!
Zavallı Polikrates durumu hemen Amasis’e bildirir. (Firavun mektubu okuduğunda yanında olmak vardı. Ne biçim şaşırmıştır kimbilir.) Bir insanı kaderinden kurtarmak kimsenin harcı değil demek ki, diye düşünür, Polikrates o kadar mutlu ki kurbanları bile ona geri dönüyor. Onu korkunç bir sonun beklediğini anlar. Cevap olarak bir ulak gönderir ve dostuyla olan tüm anlaşmaları iptal eder. Bizim ortak dibe giderken arada ben de kaynamayayım korkusu da diyebiliriz.
Samos’a, şansa, tanrılara, tirana ve firavuna ait bu güzelim anlatı binlerce yıldır nesilden nesile öyle geçmiş, sanatçıları, ozanları öyle etkilemiş ki hemen her yerde kullanılmış. Nice heykeller, resimler, şiirler, hatta besteler yaratılmış bu hikaye üzerine. Demek ki insanlığın bilinçaltında yer etmiş müthiş bir olay bu. Anladığım kadarıyla Amasis beğenmediği Polikrates’ten daha önce göçmüş bu dünyadan. Oğlu zamanında da Mısır’a saldıran Persler mahvetmiş ülkeyi. Hatta Amasis’i mezarından çıkarıp mumyasını hırpalamışlar bile. Sen Polikrates’e racon keseceğine kendine bak, piramidimin firavunu!
Yalnız bizim tiran Polikrates hakikaten şeytani bir zekaya sahip. Perslerin Mısır’a saldıracağını öğrenince ne yapıyor dersiniz? Perslere haber gönderiyor! Benden destek isteyin, donanmamla size destek vereyim diyor. Nasıl ama!! Persler memnuniyetle kabul ediyorlar ve elçi yollayıp resmi olarak destek istiyorlar. Polikrates 40 gemiyle destek vermeye hazır olduğunu bildiriyor. Bu gemilere kimleri dolduruyor dersiniz? Doğru bildiniz! Kendine muhalif olanları!! Şeytani zeka budur dostlar! Bir de üzerine krema döküyor, ki şöyle, kendi gemilerini yolladıktan sonra Perslere haber uçuruyor, benim gemileri geri göndermeyin diye?!?!?!?!?! Adisin Polikrates!
Başa dönersek. Mutluluk sizi korkutur mu demiştim ya. Modern psikolojide sebebi belirsiz bir suçluluk duygusunu, kaygı ve cezalandırılma beklentisini isimlendirmek için kullanılan bir kavram var. Sıkı durun: Polikrates sendromu!!!