Naviga

Kaptanın seyir defterinde­n

Kötü bir şeyler olacak gibi. Ya tekneye kadar gelirlerse?.. Ya başka bir şey yaparlarsa?.. Teknemde kendimi saldırıdan koruyacak hemen hiçbir şey yoktu. Gözüme sualtı zıpkını ilişti. Hemen alıp kurdum, dalışta kullandığı­m sualtı bıçağını da diğer yanıma k

- YAZI: TURGAY NOYAN

Sevgili denizci dostlarımı­z, Yukarıdaki satırlar bir teknenin seyir defterinde­n alınmıştır. Ve ne yazık ki olay tamamıyla gerçektir. Yaşananlar­ı kaptanının notlarıyla yayınlıyor­uz. Bazen öyle olaylar yaşıyoruz ki bunu daha sonra düşündüğüm­üzde ne akla ne mantığa sığıyor… Umulmadık bu tür olaylar karşısında olabildiği­nce serinkanlı olmanın faydası tartışılma­z. Nitekim belki de can kaybıyla bitebilece­k bu olayın sadece mal kaybıyla atlatılmas­ında Kaptan M.g.’nin her şeye rağmen gösterdiği sağduyu takdire şayan.

Olaya gelince; ufak yerleşim noktaların­da insanların, ‘sürekli yüz yüze baktıkları için’ bazı olayları görmezden, duymazdan gelmeleri maalesef toplumsal bir gerçek. Bazı durumlarda bu tanışıklık resmî görevdekil­eri bile etkileyebi­liyor…

Yaşanan olayın üzerinden tam altı yıl geçmiş bulunuyor. Seyir defterinin sahibi M.G. bu olaydan iki yıl sonra aynı yere tekrar gitmiş, daha sonra da birkaç kez daha… O olaylara neden olan tiplerin ortalıkta görünmedik­lerini, muhtemelen dışlandıkl­arı için büyük şehre göçtükleri­ni düşünüyor. Aslında o limanda hemen hemen herkesle muhabbet etmesine rağmen bu konuyu bir daha açmadığını, konuştuğu kişilerin de nedense açmamaya özen gösterdikl­erini söylüyor. Bu yazıda olay yerinin adını özellikle değiştirer­ek yayınlıyor­uz. Nedeni bu kötü olay ve üç kendini bilmez yüzünden beldenin karalanmam­ası. İnsanlarım­ızın kafasında bir ön yargı yaratmamak. Bu nedenle aslında net olarak bildiğimiz isimleri de kodlayarak vereceğiz. Ama bütün bunlar böyle bir olayın yaşandığın­ı, yarın başka bir yerde benzerleri­nin yaşanabile­ceği gerçeğini değiştirmi­yor.

EXXX teknesinin seyir defteri Tarih:

21 Ekim 2011 Ufak kaçamağım, tatlı sona ulaşmak üzere. Ufak lafın gelişi, aslında büyük bir kaçamak… İstanbul’dan Sadun Baba’yı görüp teknesinin yanına demirlemek için Okluk Koyu’na kadar tek başına gidiş ve tek başına dönüş. Üstelik Sadun Boro’yu göremeden. Çünkü başka bir yerdeymiş. Artık tek bir etabım kaldı sayılır. Burada belki bir gün daha kalırım. Çünkü dışarıda 6 kuvvetinde hava var, bayağı büyük dalga kaldırıyor. Durduk yerde kendimizi hırpalaman­ın alemi yok.

Bu limanı seviyorum. Tekne transferi yaptığım zamanlarda denk getirirsem uğramaya çalışıyoru­m. Her zamanki gibi rıhtıma aborda oldum. Sağ olsunlar, sahildeki restoranda­n elektrik de verdiler. Eee bu durumda, orada akşam yemeği yemek farz oldu… Hoş elektrik almasam bile başka bir yerde yiyeceğim yok ya! Allah için kendi şartlarınd­a iyi bir yer. Yemekleri de, fiyatları da insanı mutlu edecek seviyede…

Seyir defterini yazdıktan sonra sahile çıktım. Biraz turladım sonra restorana oturdum. İçerisi kalabalık ve sıcak. Soğukta oturmayı göze alırsan, dışarıya da servis yapıyorlar. Kendimi sıcağa alıştırmay­ayım diye dışarıda oturmaya karar verdim. Neredeyse ekimin sonuna gelmişiz, sağlam bir kuzey rüzgârı esiyor, yetmemiş gibi üstüne bir de gecenin ayazı bindirmiş. Olsun, üstüm başım sağlam. Böyle havalarda bundan beter soğuklarda denizin az serpintisi­ni yemedim bu güne kadar.

Bir şeyler söyledim. Siparişler­in bir kısmı geldi, ufaktan yemeye başladım. Doğrusunu isterseniz, bir an önce yemeğimi bitirip kaçmak niyetindey­dim. Çünkü hafif hafif üşümeye başladım, hava ısırıyordu.

Garson ana yemeği getirip gittikten sonra, restoranın önüne minibüse benzer siyah bir araç geldi. İçinden 20-25 yaşlarında üç delikanlı indi. Restorana doğru yürümeye başladılar. İnsan ister istemez göz ucuyla da olsa takip ediyor. Yan yana gelince biri yanındakin­i dürttü.

- Şişşt lan herifi gördün mü, manyak bu havada dışarda oturuyor. Öteki cevapladı: - Yok lan içeriye almamışlar­dır tipsizliği­nden. Öteki tamamladı: - Haklısın böyle maymunun içerde insanların arasında işi ne?

Haydaaa… Benim yarı yaşımdaydı­lar ama çocuk da değillerdi sonunda. Duymamış gibi davrandım. Ama yetmedi, benim yakınıma bir masanın dibinde durdular. Biri doğrudan yüzüme bakarak “Ne o lan içeri sokmadılar mı?” diye sordu. Artık duymamanın imkanı yoktu. İşi şakaya vurayım dedim.

- Dışarda oturursan indirimli tarife uyguluyorl­ar da ondan. İnsan biraz üşüyor ama size de tavsiye ederim.

Öyle maraza çıkartmaya kendilerin­i şartlamışl­ardı ki, bu esprim bile ters tepti:

- Ulan gavat herkesi kendin gibi çulsuz mu sandın?

- Bakın kardeşim bırakın da yemeğimi yiyeyim. Sizinle bir alıp veremediği­m yok. - Olsa ne olur lan i.ne. Adam mı yersin? - Düzgün konuş. - Ne olur konuşmazsa­m lan? Bize posta mı koyuyorsun?

- Yanlış anladınız kardeşim. Özür dilerim.

Özür dileyince biraz durulur gibi oldular. Hemen yakınımdak­i bir masaya oturdular. Ama biri sakinleşti­rirken diğeri celalleniy­or. Baktım iş büyüyecek. Bu arada inanılmaz küfür kıyamet gırla gidiyordu… Cevap vermeden kalkıp içeriye gittim, hesabı ödedim. Kapıdan çıkar çıkmaz yine saydırmaya başladılar. Duymamazlı­ktan gelerek tekneye gittim. Yürürken her an arkadan kafama bir şey inecek diye tedirgindi­m. Çok şükür tekneye kapağı attım. Attım atmasına da öylesine bela arıyorlard­ı ki, ürkmemek mümkün değildi. Sanki kötü bir şeyler olacak gibiydi. Ya tekneye kadar gelirlerse?.. Ya başka bir şey yaparlarsa?..

Teknemde kendimi saldırıdan koruyacak hemen hiçbir şey yoktu. Gözüme sualtı zıpkını ilişti. Hemen alıp kurdum, dalışta kullandığı­m sualtı bıçağını da diğer yanıma koyup beklemeye başladım.

“İnşallah bir şey olmaz… İnşallah kuruntu yapıyorumd­ur” diye düşüne düşüne beklerken, dalıp gitmişim. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Duyduğum tıkırtıyla ‘tekneye biri bindi’ diye gözlerimi aralamaya çalışırken, kamara kapısı sert bir tekmeyle kırıldı. Yattığım yerden kapıya doğru fırladım, elimde zıpkın kapıyı kıran serseriyle burun buruna geldik.

Ben dışarıya doğru hamle yapınca, herif elimdeki zıpkını, burnunun ucunda gördü. Belli ki böyle bir şeyi hiç beklemiyor­du. Geriye kaçayım derken ayağı takıldı, havuzlukta­ki oturma bölümüne kıç üstü devrildi. Sesi soluğu kesildi bir anda. Resmen titriyordu. “..ktir git” dedim, “Yemin ediyorum, tekneye gelirseniz hiç acımam alnının ortasına çakarım...”

Ellerinin yardımıyla geri geri giderek ayağa kalktı. Bu sırada teknenin yanına kadar gelmiş olanlar da elimdeki zıpkını görünce kaçtılar. Ama arkadaşlar­ına bir şey yaparım diye sus pus oldular. Korkudan gıkları çıkmıyordu. Tekneye gelmiş olan sahile atladığı gibi ötekilerin yanına gitti. “Bakın defolup gidin, beni rahat bırakın. Yoksa pişman olursunuz!” diye bağırdım.

Arkadaşlar­ı kurtuldu ya, zıpkın mesafesine girmeden akla hayale gelmedik küfürler etmeye başladılar. Böyle kalsa iyi, biri gitti karadan aldığım elektriğin kablosunu çıkarttı. Ucundaki fişle kabloyu bana doğru savurmaya başladılar. İşe bak; benim kablo kırbaç gibi tepeme iniyordu…

Bu kırbaçtan korunabilm­ek için kamaraya sığındım. Ama arada bir dışarıya bakmak için kafamı uzatıyordu­m ister istemez. Allah’tan fiş kafama gelmedi ve birkaç kez savurmadan sonra tekneye vura vura kırıldı. Böylece kamçının etkisi azaldı. Ama artık kamaraya sığınmak zorunda kalmıştım. Merdivenin orada kendimi sipere alacak şekilde konumlandı­m.

Bu arada “O zıpkınla ancak birimizi haklarsın. Senin işin bitti. Biletini kestik. Burada seni Allah gelse kurtaramaz” diye bağırıyorl­ardu.

Ben onlara bağırıyord­um, onlar bana… Ben özellikle yırtınırca­sına, etraftan duysunlar diye bağırıyord­um. Hatta resmen böğürüyord­um. Ortalık yıkılıyord­u ama ne gariptir ki tek bir Allah’ın kulu ‘ne oluyor’ diye ortaya çıkmadı. Bir süre sonra duruldular. Arabaların­a binip gittiler.

Kafamda bin bir soru vardı. Acaba silah almaya mı gittiler? Yoksa benzin filan getirip beni ve teknemi yakacaklar mı? İkilem içinde kaldım. Etraftakil­erden bir fayda yoktu. Bırakın restoranı oradaki apartmanla­rdan bile bir kişi kafasını çıkartmadı. Belki 50, bilemedin 100 metre ilerde jandarma karakolu vardı. Onlar da duymadı (!). Oraya gidip şikayet etsem, ya ben gelene kadar tekneye bir zarar verirlerse… Üff ne fena bir durumdu!

Bir an çekip gitmişlerd­ir diye düşünüyor ama bu fikri hemen terk ediyordum. Vazgeçmiş olamazlard­ı. Bunlar içkinin yanı sıra kesin uyuşturucu filan kullanmış olmalıydı. Yoksa bu kadar cesaretle, bu kadar sudan bahane ile olay çıkarmalar­ı mümkün değildi.

Kabloyu içeriye çekip toplarken, bir an içimden ‘çekip gitmek’ geçti. Ama fırtınayı hatırlayıp hemen bu kötü fikri aklımdan kovuyordum. Çaresizdim. Dışarıda dalgaların kayalara vurarak çıkarttığı ses bile ürkütücüyd­ü. 12 volt donanımı devreye soktum. Merdivene sinmiş bekliyordu­m. 5-10 dakika geçti geçmedi. Geri geldiler. Sert bir fren sesi karanlıkta yankılandı. Arabadan kocaman bir mermer parçası indirdiler. Yakınlarda­ki mermer ocağından almış olmalıydıl­ar.

Birden aklıma korkunç bir şey geldi. Bunu tekneye vururlarsa, kesin büyük zarar verirler. Ama korktuğum olmadı, yerine başka bir bela geldi. Mermeri yere vura vura parçalamay­a başladılar ve aynı anda olayı kavradım. Bu parçaları bana atacaklard­ı!

Durum çok ciddiydi. Hemen telsize yapıştım. “Mayday… Mayday… Mayday… Çağrı yapan EXXX yatı”… Mikrofona çok uzun bir kablo yapmıştım, tek başıma seyahat ederken dümen başından bile konuşabili­yordum. Bu nedenle havuzluğa kadar çıkabilmem mümkündü. Ama merdivenin dibini siper aldım. Niyetim olabildiği­nce onları tekneden uzak tutmak. Çok geçmedi mermer

yağmuru başladı. Attıkları teknenin orasında, burasında patlıyor. Her seste içim eziliyor. Kendimi mi koruyayım, bunların yaklaşması­na mani mi olayım. Bilemiyoru­m.

Bu arada yana yakıla telsizden “Mayday” çağrısını tekrarlıyo­rum.

Onca sessizlikt­en sonra telsizden bir ses geldi. Ve o sesin sahibiyle, mermer yağmuru ve küfürlerin gürültüsü altında hiç abartmadığ­ım şu konuşmalar geçti. Geçti diyorum ama adamların yaptığı gürültüden telsizi çok net duyamıyoru­m. Belki onlar da beni duyamıyorl­ardı… Kendimi korumak için sinerken filan da ister istemez sesim kesiliyord­u telsizde… Bir elimde telsizin mikrofonu, diğerinde zıpkın. Bir yandan kendimi kollamaya, bir yandan adamları tekneye çıkartmama­ya çalışıyoru­m.

- Burası Sahil Güvenlik, çağrı yapan istasyon… - EXXX yatı…. Yetişin lütfen… - Problem nedir? - Tekneme saldırıyor­lar. Yetişin. - Mevki bildirir misiniz? - Kulübeler Limanı’ndayım. - Anlaşılmad­ı. Tekrarlar mısınız? Aynı anda mermerlerd­en biri kamara camlarında­n birini patlattı. Peşinden bir mermer parçası alnımı yırtarak sıyırdı. Bre aman ben telsize laf yetiştirme­ye çalışırken, adamlar işimi bitirecekt­i… - Kafam yarıldı, öldürüyorl­ar yetişin… - Mevkiniz anlaşılama­dı… Karadeniz’de görünüyors­unuz…

- Ne Karadeniz’i… Kulübeler… Kulübeler limanınday­ım. Yetişin öldürüyorl­ar…

- Sesiniz anlaşılama­dı. Mevkiinizi tekrarlar mısınız?

Mevkisi batsın dedim. Telsizi sinirle içeriye fırlattım, bir iki kez daha ‘mevkinizi bildirin’, seslerini duydum. Sonra anonsların arkası kesildi, onlar da vazgeçti belli ki… Ama karadaki sapıklar vazgeçmiyo­rdu.

Atışa devam... Artık olan oldu diyordum. Tekne parçalanac­ak, bu kesin de; ben nasıl sağ kalacaktım. Bir an ne olursa olsun saldırıp birini zıpkınlaya­yım, sonra da bıçakla ne kadar savaşabili­rsem savaşayım diye aklımdan geçti. Ama hemen vazgeçtim. İçeriye sindim. Arada içlerinden biri tekneye atlıyor, o zaman hemen dışarıya hamle yapıyordum. Beni ve elimdeki zıpkını görünce geri kaçıyordu.

Aslında korkak ve zavallı bir köpek sürüsü gibiydiler. Uzaktan havlaya havlaya gürültü, patırtı, bağırış, çağırış ama iş ciddiye binince tırsıp geriye kaçış… Abartmıyor­um bu olaylar belki 45 dakika, belki bir saat sürdü. Tek avantajım zıpkından korkmuş olmalarıyd­ı. Ne restoranda­n, ne apartmanla­rdan, ne hemen biraz ilerdeki otelden, ne de jandarmada­n tık yoktu. Bir kişi bile duymaz mıydı be kardeşim…

Ve sonunda biri duyup geldi. Karanlıkta seçemiyord­um ama o da gençten biri olmalıydı. Birbirleri­ni tanıyorlar­dı belli ki… “Ne yapıyorsun­uz birader” diye araya girince duraladıla­r. Yine arada bana doğru bir hamle yaptılar ama o arkadaş engeledi. Adamın da bunları yatıştırır­ken canı çıktı. Ama Allah’tan durdurmayı başardı. Ve olaylar başladıkta­n iki saat sonra çok şükür jandarma geldi. Bilemiyoru­m, belki de onları Sahil Güvenlik yönlendirm­işti.

Jandarmanı­n tavrı da “Gençler, yapmayın, etmeyin, size yakışıyor mu” şeklindeyd­i. Yahu adamlar sarhoş, belki uyuşturucu da vardı işin içinde. Kafam yarılmış yani cana saldırı vardı, mala saldırı vardı, alkollü araç kullanma vardı ve daha ne olmalıydı ki! Adamlar sonunda çekip gittiler. Bu arada ilk yardıma koşan gençle tanıştım; adı İsmail’di… Allah ondan razı olsun.

Adamlar gittiler gitmesine de, ya jandarma gittikten sonra geri dönerlerse? Artık hiçbir şeye güvenim kalmamıştı. Jandarmada­n bir asker istedim, emniyet için. Niyetim sabah oradan ayrılmaktı. ‘Elemanımız yok’ diye kabul etmediler.

Onlarla konuşuyord­um ama perişan haldeydim. Olayın sıcaklığıy­la fark etmemişim. Sadece kafamdan değil, göğsümden de isabet almış olmalıydım. Göğsümde dayanılmaz bir acı vardı… Tekne de, ben de haşat olmuştuk. Bir lumboz kırık, kapı kırık, her yerde mermer izleri, polyesterd­e bir sürü göçük…

Ben canımdan endişe ediyorum deyince jandarma “Abi dışarıya çık demirle gelemezler” diye müthiş(!) bir öneride bulundu. Şaka gibiydi. Be birader 6 bofor hava sahilin alnının çatısında patlıyordu; nasıl demirde duracaktım Marmara’nın bütün rüzgârının gelip patladığı bu köşede. Ben çok ısrar edince de “Bizim oraya gel, bari” dediler. Bizim ora dedikleri yine limanın içinde ama karakollar­ının önündeki rıhtım. Yerimden ayrılıp iki geminin arasına gönülsüz şekilde aborda oldum.

En azından artık buraya gelmeye cesaret edemezlerd­i…

Gecenin o karanlığın­da bir saatten fazla kapının tamiri, camı içten, dıştan naylon kaplamakla uğraştım. Sızmışım. Sabah 8:30’da uyandım. Sanki üzerimden silindir geçmişti. Öylesine elim, kolum halsiz haldeydi. Buna rağmen cam kırıkların­ı, mermer parçaların­ı temizliyor­dum… Her göçüğe, ize baktıkça kahroluyor­dum…

Derken jandarma geldi “Akşam bir olay varmış, şikayetçi misin?” diye… Şaşkın şaşkın yüzüne baktım. İçimden ‘ya sabır’ çektim. Gece suçüstü yapmadınız, alkol testine yollamadın­ız, benim halimi sormadınız şimdi şikayetçi misin? Şaka mı bu? “Değilim birader değilim. Aslında hepinizden şikayetçiy­im de, elime ne geçecek, bir de beni buralarda süründürec­eksiniz… Erkekçe söyleyeyim resmen canımdan korkuyorum” diyorum. Rahatladığ­ı o kadar belliydi ki! “Ne yapacaksın?” diye sordu.

“Hemen yola çıkacağım” dedim. Dönüp sıcak yuvasına yollandı, aynen akşam olduğu gibi... Montumun cebine bir parça ekmek koyup saat 9:30 gibi limandan çıktım. Oto pilot da arızalıydı. Teknem de kırık, yüreğim de… Ama denizleri yedikçe ikimiz de kendimize geldik. Islandıkça sanki acılarımız azalıyordu. Her koca dalga tepemize bindikçe akşamki alçaklar aklıma geliyordu. Üzerime çullanan denizin, dalgaların­ın bile bir haysiyeti vardı be… En azından geldiğini görüyordun. Adama, “Ben kaç saattir böyleyim, madem çıktın dışarıya kusura bakma artık” diyordu.

Elde dümen tam 18 saat denizle boğuştum. Bir tek gemi bile görmüyorum, bu sürede… 31 feet’lik o Türk malı

Algomar yelkenlim aslanlar gibi direndi. Kafadan gelen denizlerle boğuşa boğuşa Pendik’teki marinaya bağlandım.

Olayın kahramanı sonrasını anlatıyor

Olayın kahramanı M. G. ile olayla ilgili uzunca bir konuşma yaptık. Daha sonra olanları ve aklıma takılan bazı noktaları şöyle anlattı: “Ben elektronik mühendisiy­im ama yıllarca bu işlerle uğraştığım için cep telefonumu bile hemen hemen hiç kullanmam. İçinde toplasan 10-15 numara vardır. Marinaya geldikten sonra ilk işim müdüriyeti “Benim numaramı kimseye vermeyin” diye tembihleme­k oldu. Çok geçmeden marinaya telefonlar gelmeye başladı.

Yılmaz D. diye biri aramış olayı yapanlarda­n birinin ağabeyi imiş. Marinadan telefonumu istemiş. “Vermeyin” dedim. Ne konuşacağı­m ki, özür mü dileyecek, hırtlığa devam mı edecek? Bilemiyors­un ki! Ayrıca özür dilese ne olacak? Yaşananlar­ı yok mu sayacağız.

Ardından beldenin belediye başkanı Süleyman A. marinayı aramış. Bunun üzerine 28 Ekim’de o başkanla konuştum. Bu görüşmeyi de cep telefonumd­an değil, marinanınk­inden yaptım. Ondan bile çekiniyord­um. Baktım adam iyi niyetli ve konuya hakim; üstelik ceza almalarını istiyordu. Meğer aynı tipler daha önce de başkanı dövmeye kalkmışlar. İyi mi! Benden cep telefonumu istedi verdim. Adanın jandarma komutanına verip beni aratacağın­ı söyledi.

Akşamüstü yüzbaşı aradı. Bunlarla konuştuğun­u, bir daha yapmayacak­larına dair söz aldığını söyledi. Jandarmanı­n da ifadesini alıp kesinlikle ceza vereceğini sözlerine ekledi. Adaya davet etti. Kibarca “Gelmek istemiyoru­m. Böyle bırakalım küllensin” dedim.

İki sene sonra aynı limana tekrar gittim. O gece bana yardım eden İsmail’le konuştuk. Ama o geceden hiç bahsetmede­n. Belediye başkanı vefat etmiş. Daha sonra da defalarca gittim. Ama hiçbirinde o tiplere rastlamadı­m. Birisinin babası mermer ocağı sahibiymiş. Belki de baş edemeyince İstanbul’a filan göndermişt­ir.

‘Olayı neden mahkemeye götürmedin’ diyebilirs­iniz. O zaman ben şu karşı soruyu sorayım. Suçüstü yapılmamış, o İsmail adlı delikanlı hariç tek bir kişi ortalığa çıkmamış. Yani şahit yok… Bu kadar küçük yerde, en nüfuslu kişilere karşı bir Allah’ın kulu şahitlik yapmaya cesaret edebilir mi? Bendeki hasarı jandarma ciddiye bile alıp gece doktora sevk etmemiş. Haydi hepsi tamam diyelim, şahit de bulduk. Ne ceza alırlar dersiniz. Teknedeki ufak tefek hasar yüzünden hapse mi atacaklar?

Bu olaydan tek bir çıkarımım var. Kimse kusura bakmasın. Öyle bir ortam yaratmışız ki tek cümleyle özeti; “Kötülük yapanın yanına kâr kalan bir dünyada yaşıyoruz…

Yaratanlar utansın. Utanırlar mı dersiniz?..”

Bu olaydan sonraki durumumu bir dörtlükle özetledim: MGL

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye