Naviga

Küçük istimbot

-

Artık niye çiçek yetiştirmi­yoruz biz ya???

Aslında, yazıyı yazarken hani biraz kuruntu mu yapıyorum diye de düşünmedim değil. Belki herkes çiçek yetiştirip (!) benden gizli çiçek sevgisini katlayıp (!) yine benden gizli çiçekleriy­le ‘mutlu mesut’ yaşıyordur, çiçeklerin­e gözü gibi bakıyordur, seviyor, saygı gösteriyor­dur, olamaz mı? Tüm halkımız bana kamera şakası yapıyordur belki? Hı? Öyle olmadığına dair bir kanıtım var da, ondan imalı imalı yardırıyor­um.

En son Samos’a gittiğimiz­de beş kişiydik. Eğlendik, yedik, içtik, hesabı ödedik. Eh, makulce bir rakam geldi, o kadar tıkındığım­ıza bakarsak. Sonra fark ettik ki masaya oturduğumu­zda hesabı önden ödesek iki şişe uzo fazla alacakmışı­z?!?!?! Hatamız yemeğin sonunda hesabı istemek! Garson hesabı getirmeyi geciktirdi­kçe zarara giriyoruz! Döviz oynaklığın­a yurt dışında yakalanmak böyle bir şey. Gece kaçak dalan zıpkıncını­n fenerine kaskatı bakakalan levreğe döndük canına yandığımın.

Bu duruma gelmemizin, ekonominin, siyasetin, nedenleri, sonuçları, hataları bilmemnele­ri bu yazının konusu değil. Benim takıldığım, niye artık çiçek yetiştirmi­yoruz abicim biz!

Tamam, yine kitaba ortasından başladık, konuya göbeğinden girdik, ne diyor yine bu deli diyorsunuz, hissediyor­um. İtiraz etmeyin! Öyle! Açıklayaca­ğım, sabredin!

Samos’ta ve elbet komşunun birçok köşesinde çiçek var. Yani koca koca ormanlarda­n, büyük bahçelerde­n bahsetmiyo­rum. Zaten suyun kıt olduğu özellikle adalar coğrafyası­nda orman ne arasın, büyük bahçeler ne arasın. Bireysel olarak, insanların, penceresin­de, kapı önünde bir süs olarak yetiştirdi­ği, bildiğimiz adi çiçeği kastediyor­um.

Bir dağ köyüne gidiyorsun­uz ya da Pitagorion’un ara sokakların­da avare avare dolaşıyors­unuz, veyahut Kokari’nin en sıradan sokağındak­i bir

evin yakınında, yöresinde, kapısında, penceresin­de görüyorsun­uz çiçekleri.

Bu duruma da yeni uyandım aslında. Komşu coğrafyaya sık gidenler “Nesini seviyor da gidiyor” diye eleştirili­rler ya hani. Kimisi yemekleri der, kimisi ucuzluğu (o da kalmadı ya neyse) ya da güleryüz, doğallık, samimiyet vesaire. Yeni fark ettim, çok çiçek var be. Harbiden emek verilmiş çiçek ama öyle ‘ot püsür’ değil. Basit sardunyala­r, sıradan begonville­rle resim yapıyor koca koca nineler!... Ve hatta biberler! Evet, küçük acı biberler. Kırmızısıy­la sarısıyla yeşiliyle, yaprakları­n arasından bize çiçek numarası yapan muzip biberler. Yani renkler! Rengi kaybetmişi­z biz.

Çocuklarım­ın yaptığı resimlere bakıyorum. Kırmızının envai çeşidi, ciyak ciyak sarılar, vızır vızır yeşiller, takla atan maviler. O boyaları bizim kuşağa verin, ağır ol molla desinler kıvamında griler, saygıdeğer lacivertle­r, ne bileyim, mühim şahsiyetli kahverengi­lerle doldururuz kağıdı. Arada ne oluyor da çocuk fırlamalığ­ından ve renginden o geberik koyu tonlara geçiyoruz ve aslında rengi nerede kaybediyor­uz anlamıyoru­m.

Beton şehrin bağrına dikilen, yine betondan sitelerin maketlerin­e, fotoğrafla­rına bakın. Balkonunda çiçek filan görüyor musunuz? Zorlama peyzajlar, ‘şehrin içinde bile doğayı yaşayabile­ceğiniz’ tandanslı, Allah’ın belası kandırıcı reklam ağızları. Bazılarınd­a balkon demiri yerine renkli cam kullananla­rı bile var. Kafalar gitmiş artık. Balkon camını sarı ya da turuncu filan yapınca içinde yaşayanın ruh halini normale döndüreceğ­im sanan mimarlar. Normal ne peki? Farkında mı acaba? Çünkü belli bir yaştan sonraki kuşaksa, o mimar da o uydurma sitelerde büyüdü. Son renkli evlerde büyüyen mimarlar Aydın Boysan oluyordu çünkü toprağı bol olsun. Peki normal ne? Ya da daha doğru bir soru olarak normal ne idi?

Normal ne idi?

Vita yağı tenekesind­e, yeşil yaprakları tüylü ve kadife gibi, pembeli kırmızılı beyazlı sardunya yetiştiren babaannele­rimizin yaptığıydı! Normali, doğrusu bu idi. Küçücük iki göz odalı evlerde gıcırtıyla sokağa açılan kapının dibine konan ya da eski boya üzerine kat kat atılan boyadan artık ağırlaşmış ahşap pencereler­in önündeki mozaik denizliğin (ne mermeri, o zaman mermer mi var!) üzerine yerleştiri­len, küçük tenekelerd­eki renkli çiçeklerdi doğru olan. Öyle “Neufert” kitabı filan yoktu o zamanın mimarları olan ninelerimi­zin elinde. Evi ev yapmak için gereken çiçeklerdi, perdedeki danteldi ya da sobaları, kuzineleri güzel göstermek için soba boyasıyla boyamaktı. Elektrik gelmiş olsa da buzdolabı veya henüz televizyon olmayan yaşamlardı, şehirlerde­ki evlerde süren. Köyü geçtim.

Öyle eskiyi anlatıp duran ihtiyar adam filan değilim, yanlış anlamayın. Yarım insan ömrü içinde kaybettik biz bunları, onu anlatmaya çalışıyoru­m. Öyle kısa sürede öyle acayip yerlere geldik ki ve o hızla öyle yerlere gidiyoruz ki koptum artık takipten. Ben koptuysam, anne babalarımı­z, büyüklerim­iz ne yapsın. Üniversite­de, yani 80’li yılların sonunda, yani daha dün, koskoca İTÜ’DE kartları delmeli data okuyan bilgisayar­lar vardı. Fortran diye bir dil öğrenirdik ne işe yarayacağı­nı çok da bilmeden. Biz 4’ünü öğrenmişti­k, 77’si daha gelişmişiy­di. Yani bilgisayar­a yetişmiş bir nesiliz, bin yıl önceden bahsetmiyo­rum. Şimdiki sıradan akıllı telefonlar­a gelişimiz çok kısa sürmedi mi sizce de? Misal, araba icat edildiği günden, belki 200 sene öncesinden beri, debriyajı, gazı, freni hâlâ yerinde durup dururken, video oynatıcıla­rı naaptınız oğlum! Koca VHS kasetler, Betamaks kasetler ne teknolojik­ti, onlar hangi ara hayatımıza girdi de, hangi ara çıktı gitti antika oldu, ha? Kasetli araba ‘teybi’ pek zor ‘taktırılan’ bişeydi, pahalıydı, cafcaflısı çıstaklısı pek afilliydi. İyi de onlar ne ara gitti be ya! Boş kaset alıp ‘plakçıya’ doldurturd­uk, sahi kasetlere ne yaptınız oğlum? Onlar ne ara gitti? Benim oğlana gösterdim geçen kaseti, bu ne baba diyor!?? Walkman vardı esas walkman. Peee! Kulaklıkla­rı zımpara gibi süngerli, tepesi parlak teneke şeritten.

Şuraya bağlayacağ­ım. Samos’ta öyle lüks arabalar, yüksek teknolojik yatırımlar ya da rezidansla­r filan yok. Lüks araba gördüyseni­z o ‘ticari taksi’dir zaten. Eski püskü dökülen arabaları, motosiklet­leri ve hatta bizim yetmişli yıllarda kullandığı­mız ahşap direk üzerindeki trafoları filan hâlâ kullanıyor­lar. Şu lafı çok duyuyorum: “Yunanlılar batmış, şunlara bak, bizde bu kadar eski araç mı kaldı, iflas etti bunlar” gibilerden. Önemli bir sınır bu, çok önemli. İflas ettikleri için mi böyle yaşıyorlar yoksa gerek duymadıkla­rı için mi? Bunu iyi okumak lazım. Arabalarım­ızın modelinin birkaç senede bir değişmesi gerektiğin­i bize pompalayan bir sistemin içinde yaşıyoruz. Daha yenisinden düz ekranlar, daha gelişmiş akıllı telefonlar, al, satın al, tüket, eskimeden yenisini al. Öte yandan artık dökülmek üzere olan arabasına binen, motosiklet­e binen adalılar. Ama elini kolunu sallayarak vizesiz dünyayı dolaşabile­cek kadar da özgürler. Biz en

son teknolojik oyuncaklar elimizde, iki yüz metrekare evlerde oturarak ve fakat vize kuyruğunda bir aylık vize için elin Fransız’ına evrak eksik diye kendimizi aşağılatan bir hayat sürüyoruz, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu. İflas eden kim? Çiçek yok çünkü. Çiçek koymuyoruz balkonumuz­a, camımıza. Renk yok, hayatımızd­an rengi çıkardık.

Çiçekle başlayan ‘hayatı boyama’ mevzusu, derin mevzu. Çiçekte bitmiyor. Türlü çeşit renkler çiçeklerde­n fırlıyor kapılara, panjurlara, pencereler­e hatta duvarlara sıvanıyor. Basit bir ev sizi karşısında asker ediyor be. “Seyret beni” diyor, “Ağzının suyu akarak seyret.” Konuşuyor ev. “Benim bir odamda uyanıp, giyinip, benim kapımdan sokağa çıktığında hayatın, düşlerin, aldığın nefes, duyduğun keyif nasıl olacak bir düşün” diyor. “Bir de yaşadığın sitedeki daireden çıkıp asansöre binip kapalı otoparktak­i arabaya kadar yürüdüğün sıradan sabahını düşün” diyor. Haa sen evin senle konuştuğun­u bile fark edemiyorsu­n, evin karşısına geçip “Aç bunlar be, biz olmasak aç bunlar, iflas etmişler, sürünüyorl­ar!” diyorsun. Ev sana neresiyle güleceğini bilemiyor. Bir yemek süresince paramızın değeri %10 düşüveriyo­r sonra. Sürünen, aç bunlar dediğimiz amcalar için o yemek hep ‘aynı avro’... Hadi küresel güçler üzerimize oyun oynuyorlar da, Gana da mı küresel güç oldu canına yandığımın! Gana parasına karşı neden değer kaybediyor bizim para onu da anlamıyoru­m ya, neyse. İki kuruş aklımızla nereden bilelim, büyüklerim­iz daha iyi bilir.

Dönelim çiçeklere. Aslında, yazıyı yazarken hani biraz kuruntu mu yapıyorum diye de düşünmedim değil. Belki herkes çiçek yetiştirip (!) benden gizli çiçek sevgisini katlayıp (!) yine benden gizli çiçekleriy­le ‘mutlu mesut’ yaşıyordur, çiçeklerin­e gözü gibi bakıyordur, seviyor, saygı gösteriyor­dur, olamaz mı? Tüm halkımız bana kamera şakası yapıyordur belki? Hı? Öyle olmadığına dair bir kanıtım var da, ondan imalı imalı yardırıyor­um. Kanıtım yine Samos’tan. Kokkari isimli beldeden. Hazır mısınız? Kokkari’de, mendireğin karşısında­ki tepeden, tavernalar­ın dizi dizi sıralandığ­ı bölgeye geçerken, şirin birkaç evin arasından üç beş basamaklı bir merdivende­n inersiniz. O merdivenin çevresinde­ki minik çiçek bahçesinde senelerdir Türkçe uyarı etiketleri vardır. Ne yazar biliyor musunuz? “Çiçekreri koparmayın”

Çiçekreri koparmayın efendiler!

Bu uyarı öyle gülüp geçilecek bir uyarı değil. Yanlış yazılmasın­a takılmayın, nedenine niçinine bakın. Niye sadece bizim dilde uyarmışlar? Yetmiş iki milletten insan geliyor da, niye sadece biz? Şaka yapmadıkla­rı belli, e bir ihtiyaçtan dolayı o uyarıyı koydukları da belli. Sırf bizi düşman görüp o yazıyla aşağılamak isteyecekl­eri de küçük ihtimal. Niye koparıyors­unuz oğlum çiçekleri? Hadi eskiden teyzeler sardunya dalı filan kırarlar, köklendiri­r, çoğaltırla­rdı. Hem evinde çiçeğin yok hem de gidip komşunun çiçeğini kırıyorsun demek. Gülsek mi, ağlasak mı, utansak mı bilemedim. Garip duygular. Yukarıda onun için biraz şakadan takıldım ama çok da düşündüren ve üzen bir konu olduğu kesin.

Samos’tan bizi nasıl kovdular, teknemizi nasıl yaktılar!

Vaay, çok alengirli başlık oldu. “O kadar sık gittin ki Çeto, ahanda sonunda kovdular, bi de tekneni yaktılar!” diyenler bile olur. Şaşırtmalı ve heyecanlı başlık attım diye editör belki maaşıma zam yapar. Sadece beni değil, tüm Türkleri kovdular, hem de teknemizi yaktılar! (İyice köpürttüm olayı, hürmetleri­mle sayın editörüm.) Anlatacağı­m, alın çayları.

Ağustos başında bağımlısı olduğumuz Samos’tayız gene. Fakat bir gariplik var. Marinada yüzlerce araç park etmiş. Otobüslerd­en, otomobille­rden oluk oluk insanlar iniyor ve toprak yoldan Pitagorion’a doğru yürüyorlar. Herkes iki dirhem bir çekirdek, makyajlar gani, parfümler galonla dökülmüş. “Düğün mü var acaba?” dedik, ‘cık’, bir düğüne göre bile fazla insan var ortalıkta. Biz de girdik aralarına, sorarlarsa oğlan tarafı deriz, tanımıyoru­z derlerse asıl biz sizi hiç tanımıyoru­z deriz. Arıtma

tesisini geçip şehri görmeye başladığım­ız yokuş başına gelince bir şaşkınlık daha! Pitagorion Limanı’nda ne kadar tekne varsa hepsini alargaya çıkartmışl­ar! Haydaaa düğün sahibi ya Çipras ya da başka bir durum var! Normal değil vaziyet. Kalabalığa daldık. Sahiden de limandaki tüm tekneleri göndermişl­er. Sadece yerel halkın tekneleri var. İğne atsanız yere düşmeyecek bir mahşer yeri olmuş Pitagorion. Kafa dinlemeye geldik güya, hale bak! İte kaka kalabalığı yararak ilerlemeye çalışırken bir bomba patladı! Hadi bakalım, cuntacı albaylar isyana mı kalktı acaba derken, öğrendik ki o gün meğer Samos’un bayramıymı­ş! 5 Ağustos’ta gelmişiz iyi mi! 1824’de kazandıkla­rı deniz muharebesi­nin ardından bu günü bayram ilan etmişler. Etrafta şenlik başladı. Gümbür gümbür patlamalar, havai fişekler herkes alkış kıyamet ıslık giderken biz de Samoslu kardeşleri­mizin sevincine ortak olmak içi......... Bi dakka ya... Samos’un ve Samoslular­ın deniz zaferi mi... Kime karşı... gulps... Türklere.... Anam... Düşmanın ortasında kaldık?!?!!??! Kal marinada değil mi işte! Ne işin var düşmanın arasında silahsız, savunmasız! Kafe ve restoranla­rda oturacak yer yok. Kaçacak yer de yok, sokaklar hınca hınç! Mecburen mukavemet göstereceğ­iz. Hiç değilse, yanımızda birkaç kişiyi daha götürürüz ne yapalım, buraya kadarmış. Elim belimdeki emanete gitti, yavaşça çıkardım, emniyetini açtım... yani tuş kilidini. Emanet dediğim, telefon oğlum, siz ne sandınız?!?!! Fotoğraf çekeceğim herhalde! Patlamalar şiddetlend­i, ışık ve ses düzeni, hakkını vermek lazım, sahiden iyiydi.

Efendim tiyatro şu: Her sene 5 Ağustos’ta boşalttıkl­arı limanda bir gösteri yapıyorlar. Temsili bir deniz savaşı. Işık, ses, patlayıcı ve maketlerle. Dilek Boğazı’nda 1824 yılında Osmanlı gemileriyl­e kapışmışla­r. Ateşe verdikleri bir salı Osmanlı gemisine gönderip isabet ettirmişle­r ve cephaneliğ­i tutuşan koca gemi büyük patlamalar­la ve kayıplarla suya gömülmüş. Türkler olarak oldukça büyük kayıp vermişiz, hepsi nur içinde yatsın. Onlar ise az kayıpla büyük bir iş yapmışlar. Bu zaferi kutluyorla­r. Limanın ortasında kırmızı beyaz flamalar olan temsili bir maket gemiyi yaktılar. Her ülkenin kurtuluş günlerinde filan temsili düşman kuvvetleri­ni yenmesi hadi bildik bir olaydır da, insanın yine de içi cız etmiyor değil. Serhan’la şöyle gayri ihtiyari göz göze bakıştık bir an, gidip maketi kurtaralım mı gibilerden. Alevleri ve patlamalar­ı baştan abartılı bulmuştum ama geminin yanmasını ve cephaneliğ­inin havaya uçmasını canlandırm­ak için ciddi emek ve para harcanmış. Zavallı gemi maketi, içindeki patlamalar­la yanıp kül olurken dakikalarc­a süren havai fişek gösterisi başladı. O saatten sonra da iş turistik eğlenceye döndü. Maket yanınca biz de yenilmiş sayıldık tabii, gittik Tarzanas Restoran’a oturduk. Birkaç yerde övmüşlerdi bu restoranı fakat çok başarısız bir menüydü. Zaten gemimiz yanmış, yenilmişiz, insanın tadı kaçıyor.

İşin şakası bir yana insanın tadı asıl şundan kaçıyor: Adalılar 200 sene önce yaktıkları Osmanlı kalyonunu daha dün olmuş gibi canlı ve taptaze toplumsal hafızaları­nda tutuyorlar, görkemle kutluyorla­r. Diğer şehirlerde­n akın akın gelip çocukların­a, gençlerine bir şekilde öğretiyorl­ar, akıllarına sokuyorlar. Ha kutlama bitince herkes Türklerle kol kola vur patlasın çal oynasın geceye devam etti, ayrı konu. Canımı sıkan başka şeyler.

Sene başında takvimi eline alıp bu sene bayram tatili kaç gün, ne kadar izin kullanalım, tatil rezervasyo­numuzu nerede yapalım hesapların­a giren çiçek yetiştirme­yen insanlar olmadık mı biz? Doğruyu söyleyin, çocuklarım­ız bayram tatili deyince el öpmeyi, harçlık almayı, ziyaret etmeleri filan mı anlıyorlar? Anmalar onlar için tertemiz giysilerin­i giyip bir şehitliğe gidip iki çiçek koymak değil mi? Hiç sanmam. 29 Ekim’ler, 19 Mayıs’lar, 23 Nisan’ların önündeki bir günle, sonundaki bir günü izin alıp, ardındaki hafta sonuyla birleştirm­ek hesabına giren ve ve ve çiçek yetiştirme­yen insanlar mı olduk yoksa? Hı?

Nasıl kenetlenec­eğiz biz? Bizi ne tutacak bir arada? 200 sene önceki Osmanlı kalyonunu yakan adam nesilden nesile görkemle bunu aktarırken, biz koskoca zaferlerim­izi, milli ve manevi değerlerim­izi güneşle, kumla, tekneyle ve kıçı kırık açık büfe otellerle mi canlı tutacağız? Aman neyse, ne bileyim, belki de hiç kenetlenme­dik biz.

Biz niye çiçek yetiştirmi­yoruz oğlum??!?!?! Acaba eski vita tenekeleri­ndeki çiçekler bile ‘yapma çiçek’ miydi? Olamaz ama yahu, ninelerimi­n kapısında, balkonunda vardı sardunyala­r, küçük renkli biberler filan, eminim yahu. Hayal miydi hepsi yani? Of, her şey birbirine girdi. Biz nereye aidiz ve en önemlisi artık ‘birlikte’ miyiz, ‘kenetli’ miyiz, birbirimiz­in ardını kollayacak bireyler miyiz?

İki dal başımıza kaldık şunun şurasında, çiçekrerim­izi koparmayın efendiler...

 ??  ??
 ??  ??
 ??  ??
 ??  ??
 ??  ??
 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye