Seyir defteri
Çook amatör bir yelkencinin Akdeniz günlüğü
Efendim, aşağıdaki satırlar, bendeniz ve arkadaşlarım Kaptan, Kral, Marco Polo ve Ressam ile çıkılan Fransa Gruissan’dan Marmaris’e tekne getirme macerasının satırbaşı notlarıdır. Hem yorulduk hem eğlendik. Bir daha yapar mıyız bu yolculuğu? Valla ben rüzgâr delisiyim, yaparım, diğerlerinden emin değilim... Emin olduğum tek şey buralara bir daha yazın (!) geleceğim.
Bu seyahat bana dünya seyahati gibi geldi. Liman liman dolaş, benzer ülkeler ama her bölge farklı, değişik, küçük kültürel nüanslar… En yakın kara parçasından 300-400 kilometre uzakta, altımızda 3 kilometre derinlik, hedefe doğru ilerlerken, zaman zaman sonsuzluğa yolculuk yapıyormuş gibi hissediyordum. Başlayalım bakalım.
8 Haziran 04:25 Kalkış, 05:45 Havaalanı, 08:10 Uçaktayız
Büyük yolculuk başlıyor… İstanbul-toulouse üç saat on dakika sürecekti; uçak çok dolu değildi. Can salını yanımızda götürmek gibi bir planımız vardı ancak THY kabul etmesine rağmen, havaalanı güvenliği izin vermedi. Daha sonra hiçbir şart altında hiçbir uçak şirketinin kabul etmediğini öğrendik. Allah’tan Kaptan’ı yolcu etmeye gelmişlerdi de geri gönderebildik koca şeyi.
11:12 Toulouse
Hava 22˚C, parçalı bulutluydu. Haberciymiş meğer. 12:20’de tren istasyonundaydık. Normalde saat başı tren olan memlekette grev vardı, tam da o iki gün için, o da bizi buldu.
Normal bir yolcu güruhu değiliz ki bize normal araba uysun. Beş kişi, beş büyük bagaj ve el çantaları, fotoğraf makinası çantaları. Araç kiralamada bize uygun bir araç buluyoruz ancak fiyat iyiymiş, neredeyse uçağa topluca bu kadar para verdik. Yapacak bir şey yoktu.
Sonuçta saat 5’e doğru Gruissan’a vardık. Yapılacak çok alışveriş vardı ama önce kızımızı teslim almalıydık.
Safari Portakal, tüm ihtişamı ile bizi bekliyordu. Güzeller güzeli bir tekne. Yeni nesil teknelerdeki ferahlık inanılmaz, bu havuzluk eski 50 feet’lerde bile yok neredeyse. Bizimki 41 feet. Sıfır tekne yiyecek içecek, kap kacak, havlu kağıt, sabun şampuan, aklınıza ne gelirse ve tabii ki su, su, su ve de şarap, şarap. Arabanın alabildiği kadar erzak alındı ve tekneye getirildi. Elbirliğiyle her şey yerli yerine yerleştirildi. Alışveriş tabii ki sadece şarap ile geçiştirilmedi, araya bir Islay Malt katıldı ve teknenin şerefine boğazlardan ilaç gibi akıtıldı. Tüm yorgunluk gitti. Aç da değildik; belli ki duygusal bir doygunluk vardı, hiçbirimizde pek iştah yoktu. Bir yürüyüşe çıkıp etrafı keşfetmeye karar verdik.
Deniz ve lagünler arasında, Narbonne Bölgesel Doğal Parkı’nın kalbinde, yuvarlak Gruissan küçük bir tatil köyü. Tipik küçük sokaklarıyla, iki marinaya ve 2 kilometre uzaklıktaki güzel Mavi Bayraklı bir yüzme tesisine sahip.
Çeşit çeşit tekneler gözüme ilişirken düşündüm... Türkiye’deki marinalarda tekneler hep birbirine çok benzer; buna elbette pazara hükmeden birkaç markanın öne çıkması sebep oluyor. Ancak orda ahşabı ile, sacı ile, her tipte ve yaşta tekne görmek mümkündü.
Bu arada biraz başa dönmek istiyorum. Önce Toulouse sonra Narbonne ile ilgili bir iki küçük bilgi paylaşayım: Toulouse; Fransa’nın üçüncü en yüksek gayri safi milli hasılasını üretmesi ile önem kazanmış. Avrupa havacılık sanayiinin
önemli bir merkezi, Airbus’ın son montaj hatlarının büyük bir kısmı bu şehirde. Toulouse ayrıca üniversiteleri sayesinde genç nüfus için de bir çekim merkezi.
Narbonne ise Paris’ten 849 kilometre güneyde. Eskiden Akdeniz kıyısında zengin bir ticari liman iken, günümüzde 15 kilometre denizden uzakta kalmış. Şehrin içinden Canal du Midi ile Aude Nehri’ni birbirine bağlayıp buraya uygun büyüklükte mavnaların geçmesini sağlayan Robine Kanalı geçiyor. Ayrıca Robine Kanalı ve Canal du Midi 1996’dan beri UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde bulunuyor.
Ve Gruissan’a geri dönelim yani maceranın gerçek başlangıç noktasına... Artık acıkmıştık. Marinayı uçtan uça dolaştık, ilk gördüğümüz pizzacıda oturmaya karar verdik.
Saat 01:15, Türkiye 02:15 idi... Kamaraya yerleştik, yatma vakti. Sabah çok iş vardı, öğleden sonra 4 gibi yola çıkacaktık.
9 Haziran
Sabah ekip olarak ikiye ayrıldık. Ressam ve ben, Carrefour’dan eksikleri tamamlayıp arabayı Toulouse’a geri götürecektik. Marko Polo, Kaptan ve Kral deneme seyrine çıkacaktı. Hedef saat 4’te yelkenler fora, ver elini Korsika!
Bu arada arabayı Toulouse’a geri götürmemizin sebebi buralarda teslim edecek yer olmamasıydı. Yakınlarda da ulaşımı kolay bir yer yok. En doğru hareket ve en ucuz yollusu Toulouse’a bırak, trenle Narbonne’a gel, oradan bir taksi Gruissan. Enteresan olanı sağlam bir fiyata tekne satan firmanın bu organizasyonu yapmamış olması, bunu gündeme getirdiğimizde önümüzdeki sene için düşündüklerini söylediler.
16:27 yola çıktık. Ana yelken ve motor gidiyorduk. Rüzgârı hafif kafadan alıyorduk, hafif dalgalı bir seyirdi. Şampanyamızı patlattık, kutlamalar devam. Otomatik pilot şahane, bir düğmeyle tekne kendi başına takılıyor. Bu yolculuğa beş kişilik ekip ile çıktığımızı zannediyordum ama gerçekte otopilot ile birlikte altı kişiydik.
9-10 knot hava ile yelken-motor 6-6,5 knot gidiyoruz. Saat 17:40, daha gelmedik mi?
18:07 yer gök mavi, denizin mi tam ortası, hiçliğin mi?
19:16 hava 15 knot, rüzgâr 150˚’den gelmeye başladı, ana yelken çalışıyordu, bir süre sonra motor stop, cenova açıldı, hız 6,3 knot. Sadece dalga sesi; huzur, muhteşem.
10 Haziran
04:45 17 knot hava, 6,5 gibi gidiyorduk.
Balina gördük! Hayatımda ilk defa balina görüyorum, inanılmaz güzel yaratıklar. Görür görmez kafayı açtık, arkalarından dolaştık. Ne olur, ne olmaz, saygıda kusur etmeyelim.
Saat 07:00 suları, yolun yaklaşık üçte birini geldik, herkes uyuyor, gözcülük sırası bende. 10-11 rüzgâr, motorsuz 4-4,5 gidiyoruz.
Nefis bir gün doğumu seyrettik, güneş tabak gibiydi. Ancak hava bulutlu, bulutların arkasında kayboldu. İleriki günlerde çok daha güzellerini göreceğimizden emindim.
Denizin üzerinde zaman mevhumunu da kaybediyor insan, zaman sanki daha yavaş, yoksa hızlı mı akıyor?
Saat 08:30 gibi hava düştü; 4-4,5 civarı, motorla 6-6,5 gidiyorduk. Gece ekibi uykudaydı. Hafif yağmur başladı. Hava serin, windstopper giymek şart oldu; sağolasın Bay Musto.
09:06, hava gazladı, 15-16 ama tam kafadan alıyorduk, motorla devam hız 6-7.
13:12 rüzgâr 10’larda ama hâlâ tam kafadaydı, 110’a gidiyorduk, rüzgâr 110’dan geliyordu. İlk 24 saat dolmak üzereydi.
Gündüz de dinlenmek lazım, akşam kesin vardiyalı nöbet gerekecekti. Ayaklarımı uzattım kokpitte kendimi rüzgâra verdim. Denizin ortası; ne telefon, ne internet, mutlak huzur. Kendi kendine kalabiliyorsun, uçsuz bucaksız deniz, lacivert dalgalar, masmavi bir gökyüzü ve ben ve kendim.
17:30 yine balinalar, birkaç kare çektim ama çok net değildi.
18:00 hava iyice düştü, dalgasız, sakin gidiyorduk; cenova kapalı, motor, ana yelken.
08:00 gibi güneş batıyor. Yelken, motor 7-8 gidiyoruz. Böyle gidebilirsek 15-16 saat’e Bonifacio’dayız, öğlen 12-13 gibi, planımızdan 4-5 saat önce. ‘Save a prayer’ çalıyor, denize çok yakıştı.
22:25 apazdan 12-13 knot hava, motorsuz 7-7,5 gidiyorduk, sadece dalga sesleri yine, gökyüzü muhteşemdi. Venüs tam arkamızdaydı; bu kadar büyük müydü bu? Ne kadar da parlak. Büyük ayı tam üstümüzde, tam bir yıldız cümbüşü. Şehirlerin ışık kirliliği içinde bu manzarayı görmek imkansız artık. Çocukluğumuzda kafayı kaldırdığımızda gördüğümüz gökyüzünü, ezberlediğimiz yıldızları, gezegenleri, takım yıldızları şimdi ancak şehirlerden binlerce mil kaçarak görebiliyoruz. İnsanın içini kaplayan değişik bir huzur evrenin büyüklüğü, sonsuzluğu altında türlü düşünceler. Yazık çoğunluk bunu göremiyor, hissedemiyor. Acaba bu yüzden mi, mutluluk siliniyor insanların yüzünden, bu yüzden mi daha çok karmaşa, anlaşmazlık kavga, gürültü?
11 Haziran
01:50, uzaklardan bir ışık huzmesi geliyordu. Ekrandan takip ediyorduk ama aynı hızla gidersek çatışma olasılığı vardı. Gemi görüş alanımıza girdiğinde hız kestim. Hafif süratte geçmesini bekledik, dalgasına girmeden arkasından dolaştık ve yolumuza devam ettik.
03:00, nöbet devri. Karanlıklar içinde flaş gibi patlıyordu şimşekler. Adanın ışıkları göründü, arkamızda bizi takip eden beyaz bir kuş var, bir çeşit martı mıydı acaba? Bu kadar açıkta ne işi vardı ki?
08:00, yağmurlu bir gün, gri bir hava. 35 mil kaldı, 6 knot gidiyoruz, 14:00 gibi limana girecektik.
Korsika iskelede, Sardinya sancaktaydı. Telefon tek bar gösteriyordu, hem de
LTE. Palavra, ne arama yapılabiliyordu ne internet vardı. Huzur, sakinlik falan da buraya kadardı. İçimize öyle bir işlemiş ki devamlı iletişim halinde olmak. Adaları görünce hemen telefonlara sarılıp, hat beklerken bulduk kendimizi.
Sardinya, maşallah neredeyse Kıbrıs’ın iki katıydı. Korsika da kallavi, belki Kıbrıs kadar.
Hava çok kapalıydı. Saat 11:37, hava 4,5-5, motorla 5-6 gidiyorduk, bir saat kadar yolumuz kaldı. Bulunduğumuz mesafeden ada çok güzel görünüyordu. Dağlar, tepeler, sislerin arkasından gölgeler oluşturuyordu. Ve Bonifacio; pruvamızda yüzyıllar boyunca fırtına ve dalgalarla aşınan ve türlü türlü şekillerde oyulan kireç taşlarından oluşmuş Bonifacio falezleri, dev bir mağara ve üzerinde yer alan Korsika Adası’nın en eski ve en meşhur şehri. Korsika’nın en güney ucunda Cenevizliler tarafından dokuzuncu yüzyılda kurulan bu şehir, kıyıya dik kayalıkları ile korsanlara karşı tarih boyunca doğal bir savunma mekanı olmuş. Limana girerken iskelemizde kayalıkların üzerinde çok güzel kırmızı bir fener karşılıyor bizi. 45 saatte yanaştık. Teknemizi bağladık. Küçük bir koyda kocaman bir marina, burası için marina köyü desem yeridir. Tekneden ayrılıp keşfe çıktık. Öncelik banyoydu... Etrafta pek bir tesis görünmüyordu. Koyun dibinde bir yer bulduk, tekne ile gelenlere bedava ama jetonla ve bir jeton ile dört dakika duş alabiliyorsunuz. Nasıl yani dört dakikada yıkanılır mı? Kulağa çok az geliyor ama bir telaş yıkanmaya başlıyorsunuz, iki sabun oh bitmeden işimi tamamladım, o da ne? Hâlâ akıyor bu su, şimdi kesilir yoo, hâlâ devam. Bayağı uzunmuş bu dört dakika.
Oh dünya varmış! Bu iş bitti, bir hafiflik, rüzgârı tenimizde hissediyoruz tekrar, tuz tabakasından kurtulduk. Tabii karınlar açtı, yemek ama deniz mahsulü muhakkak yenecekti. Neyse ki geçerken göz koyduğumuz tahta masalı şirin restoran tüm gün servis yapıyordu. Hemen oturduk. Côte du fruits de mer; kral karides, ıstakoz, midye, patates ve şahane bir beyaz şarap eşliğinde mideye indi.
12 Haziran
Sabah 08:00 gibi kalktık, kahvaltı hazırlıkları yaptık. Hava parçalı bulutlu, esintili, güneş gitti mi üşütüyordu. Haziranda mıydık? Yaz mı belli değildi. Günün esprisi bu seyahati yazın yapacaksın oldu.
Dışarıda 7-8 knot hava vardı. Motora ilk 50 saat bakımını yaptıracaktık ama Bonifacio’da ve yakın çevredeki servisler aylar sonrasına randevu veriyorlardı.
Alt tarafı yağ filtresi değişecek nedir bu kadar zor olan? Beş dakikalık işti halbuki. Neyse sıkı bir telefon, e-posta trafiği Sardinya’da Cannigione’de bir servis ile anlaştık. Şimdi hedef La MaddalenaPalau arasından Cannigione. Ama önce kızımıza sağlam bir duş yaptıralım. Tuz kalıp halinde teknenin üzerinde, bir de Afrika tandanslı çamurlu yağmur yüzünden teknenin üzerinde doğal kumsal oluşmak üzereydi. 13:50, Au revoir Bonifacio. Korsika, Sardinya arası sağlam hava vardı. 25 knot civarı esiyordu. Cenovamotor ile hızımız 8 knot’tı. İyi de dalga vardı ama otopilot çok iyi, şahane götürüyordu bizi. Büyük bir yelkenli gördük. Savarona’nın dört direklisi, kuğu gibi muhteşem bir gemiydi. Sea Cloud ile Juan Sebastian Elcano arası bir şey gibi. Bol bol fotoğraf çektik, adı Star Clipper’mış. 112 metrelik bir yelkenli yolcu gemisi.
Teknede aşırı meraklı iki fotoğrafçı var, ne görsek kameralar çıkıyor, şakır şakır foto çekiliyor. Çekmek iyi de eve dönünce bunları ayıklamak çok zaman alacak!
Sardinya’ya yaklaşıyorduk. Fransız bayrağı indirildi, İtalyan bayrağı fora edildi. İlginç bir bilgi: İtalya’nın denizlerdeki bayrağı farklı.
Denizde özel kullanım için, ulusal bayrağa benzer bir sancak var, İtalyan
geleneğinin ‘Denizcilik Cumhuriyetleri’nin dört sembolüyle beyaz şeridinde bir kalkan taşıyor: İlk çeyrek Venedik (St. Mark’ın bir kitap tutan kanatlı aslanı), ikinci Cenova (kırmızı-beyaz bir haç), üçüncü Amalfi (koyu mavi üzerinde beyaz Malta haçı) ve dördüncü çeyrek Pisa (kırmızı üzerinde kendine özgü beyaz haç). II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar, İtalyan bayrağının merkezinde Savoy arması vardı. Savaştan sonra, düz üç renkli bayrak ulusal bayrak olarak kabul edildi ancak denizde Meksika bayrağına karışmasından kaçınmak için, yeni İtalyan arması İtalyan deniz bayrağının merkezine yerleştirilmiş.
Hava 27’yi gördü, 10 knot ile gidiyorduk. 15:26 artık resmen İtalya’daydık. Palau, adalar ve anakara arasında çalışan irili ufaklı gemi ve feribotlar için bir liman kasabası. Turuncu fırtına flokları ile antrenman yapan bir sürü tekne.
Korsika–sardinya arasında meşhur La Maddelana takım adalarının berrak sularındaydık. Burası başka bir dünya, Akdeniz gibi değildi sanki. Yedi büyük adadan oluşan bu takımadalar, İtalya’nın en muhteşem plajlarına sahipler. Muhteşem bir sahil, nefis bir mimari, tam burunda ağaçların altında, plaja sıfır bir karavan parkı… Bizim koyduğumuz mevkii Cannigione, Arzachena Körfezi’nin batı tarafında yer alıyordu.
13 Haziran
Pırıl pırıl, nefis bir sabah. Saat 08:00’i bekliyorum şöyle foşur foşur bir duş almak için, marinanın tesisi o saatte açılıyormuş. Tesis dediğime bakmayın, küçük bir binadaki, küçük bir ofis içinde küçük bir duş-tuvalet.
Saat 09:00, koyu gri bulutlar tüm gökyüzünü kapladı, iyi bir esinti ile beraber geldi.
Bu arada bir gece önceyi anlatmak istiyorum. Orta uzunlukta bir sahil yürüyüşü ile sağa sola bakına bakına çok güzel evler, bahçeler göre göre, hepsine ayrı ayrı iç geçire geçire kendimizi Konya’da (Laconia) Ali Usta’nın (S’aliusta) restoranında bulduk. Ne yedik? Tabii ki pizza.
09:30 yağmur başladı, ince ince yağıyordu... Araba kiraladık. 13:10 Palau’dayız. Il Kalamaro restoranda, balık, deniz ürünleri, spagetti, pizza her şey vardı.
Dekor şahane, tahta masalar, duvarlarda envai çeşit resimler, objeler, bizdeki gibi bahçenin üzerini kapamışlar, restorana çevirmişler. Bir de duvarda bir yazı; “La Vita e Strana… Un Momento Sei Felice, Subito Dopo e Finito Il Vino”, yani “Hayat garip, bir an mutlu ol... Hemen sonra ve şarap bitti...” gibi bir şey.
Ver elini Porto Cervo-geyik Limanı
Dünyanın en güzel plajlarından bazıları sayesinde Porto Cervo, Sardinya’daki Costa Smeralda’nın mücevheri sayılıyor, yatlarıyla marinaya akın eden zengin ve ünlülerin favori oyun alanı. 1950’lerde Jacques Couelle, Luigi Vietti ve diğer ünlü tasarımcılar ve mimarlara lüks seyahat için mükemmel bir Akdeniz köyünü hayal etme görevi verilince sonuçta bu ütopik küçük kasaba çıktı ortaya. Lüks ve sadece lüks... Motoryat, gemiyat, sosyete üstü sosyete...
Fransa’nın güney ucundan, yani tekneyi aldığımız bölgeden denize akan mistral denen meşhur bir fırtınaları var bunların; Fransa’dan Kuzey Akdeniz’deki Aslan Körfezi’ne giden güçlü, soğuk, kuzeybatıdan bir rüzgâr ve genellikle 35 knot’un üzerinde, bazen de 60-65 knot’a ulaştığı söyleniyor. En çok kış ve ilkbaharda, mevsim geçişlerinde görülen rüzgâr, sadece bir veya iki gün sürüyor, nadiren de olsa bir haftadan fazla devam edebiliyormuş.
14 Haziran
Öğlen gibi Sicilya’ya doğru yola çıkma kararı alındı. Gece boyu devam eden şiddetli yağmur sabah 10:00 itibari ile yerini güneşli havaya bıraktı. Tahmini sakin ve güneşli bir seyir öngörülüyor. Mistral, Sardinya’nın altında tüm şiddeti ile devam ediyordu ancak ertesi gün zayıflamaya başlayacağı için karşılaşma ihtimalimiz düşüktü.
Ver elini Lipari. 300 mil yol, yaklaşık 42 saatte varma hedefimizi notlarımızın arasına aldık.
12:51 Ciao Cannigione. Sardinya’yı boydan boya geçerek Lipari’ye doğru ilerledik. Denizin mavisi -aslında laciverti- anlatılmaz yaşanır. Bu nasıl bir renk? Saks mavisinin koyu bir tonu ile lacivert arası bir şey, adını koyamadım ama tam bir görsel şölendi. Havada bulutların gösterisi vardı; bembeyaz pamuk tarlaları, şekilden şekle muhteşem manzaralar sunuyordu.
Rüzgâr 8, hızımız motor-yelken 7,5, 294 mil yolumuz vardı. 16 Haziran Cumartesi sabah saatlerinde Lipari’ye varmayı hedefliyorduk.
21:00 Yolun beşte biri bitti, ilk 65 milde 8 ortalamayı tutturduk. Dalgalar büyüdü, çok sallıyordu doğal olarak. Yine nefis bir gün batımı yakaladık, bulutsuz günlerimiz genelde daha az olduğundan bu seyahatte gün doğumu, gün batımı yakalamak bir ayrıcalık oldu.
Yunusların eşliğinde çok güzel bir seyirdeydik. Hem seyrediyorduk hem seyir ediyorduk. Akşam domatesli nefis bir pilav geldi kaptandan.
15 Haziran
Nöbet değişimi 03:00, gökyüzünde milyon yıldız vardı yine. Aşağıda bulutlar, yıldızların keyfini çıkarabilmek için kafayı yukarılara dikmek lazımdı. Balonumuz olsa, bahaneyle balon trimcisi olarak bütün gece yıldızları seyredecektim. Sancaktan bir ışık huzmesi geliyor, bayağı da hızlıydı. Bir yolcu gemisi, enteresan olan AIS’TE görünmüyordu, tam rotasını anlamak için motor kestik. Yanımızdan geçti gitti heyhüla.
14 buçuk saattir yoldaydık. 100 mili geçtik herhalde, üçte biri geride kaldı.
Saat 10:30, nöbeti 07:30’da devretmiştim, deliksiz uyumuşum. Üç saat olmasına rağmen altı saat uyumuş gibi ayaktaydım. Rüzgâr çıldırmış, her yönden esiyordu. Cenova kapalı, ana yelken sıfırda sabit, motorla yol alıyorduk. Hızımız 7-7,5, 135 mil kaldı, yirmi saate Lipari’ye gireriz dedik.
Teknenin burnuna doğru sancak başomuzluk civarı yerde acayip bir şey vardı, o da ne? Küçük bir kalamar. Nasıl kondu bizim tekneye orası bir muamma. Dalgayla mı geldi, bizimle oynaşan yunuslar mı fırlattı bilemedik, belki bir kuş düşürdü? Kurumuş zavallı, denize geri attık, başka bir canlıya can olur artık dedik.
Denizin ortasında, en yakın kara parçası belki 100 mil uzakta, kelebek, arı, çeşitli böcekler, sivrisinek yemiş ayaklarımı. Hadi kuşları anladım bir yere kadar, uçuyor, denizin üstüne konuyor dinleniyor, bunlar nasıl, nereden geliyordu? Biz beraberimizde taşıyoruz desem, neden sadece denizin ortasında ortaya çıkıyorlardı ki o zaman?
Güneş ve su her saat renkten renge dönüşüyordu.
16:05, rüzgâr hâlâ yön bulamadı. Motor seyri ile 6-7 gidiyorduk. 106 mil daha vardı, 12-13 saat kadar.
Kitap yazarken odama kapanır, kimselerle konuşmam, yazdıklarımdan bahsetmekten hoşlanmam. Christine bunu bilmiyormuş gibi yapar, bense bilmediğine inanıyormuş gibi diyor Paulo Coelho.
Ben de biraz notlarıma konsantre olmuşum, etraf ile ilişiğimi kestim azıcıktan.
16 Haziran
Saat 03:10 Yeni nöbet, dışarısı sırılsıklam, iyi yağmur yağmış. 25 mil daha sonra karada olacaktık. Yıldızlar yine muhteşem dans ediyordu, sıfır görüntü kirliliği, alabildiğine gökyüzü... Çakan şimşek ile birlikte bir anda gündüz gibi oluyordu.
20 mil kala Lipari’nin ışıkları göründü. Gece seyrinin de keyfi bir başkadır…
Gün ışıyor, hava bulutlu ancak bulutların arasında muhteşem ışık oyunları vardı. Güneşi göremesek de ben buradayım diyordu. Etrafımızdaki volkanik adalar daha da belirginleşmeye başladı.
09:00 Vee Lipari. Küçük şirin bir adaya benziyor, keşfedince daha iyi
anlayacaktık. Liman girişinde muhteşem çift direk bir Perini Navi vardı. “7”, o ayki dergilerden birinin kapağındaydı.
Şirin bir köy Lipari, denizin ortasından gökyüzüne doğru uzanan yedi volkanik adadan oluşan Aeolian takım adalarının Salina, Vulcano, Stromboli, Filicudi, Alicudi ve Panarea’dan sonra en büyüğü. Sicilya’nın kuzeydoğusunda, İtalya’nın güneyinde, yaklaşık 12.000 kişilik bir nüfusu var. Rossellini’nin Stromboli ve Terra Di Dio filmlerine, Antonioni’ni L’avventura ve Michael Radford’un Il Postino filmlerine ev sahipliği yapmış bu adalar.
La Tavernal adında küçük bir lokantada kahvaltı ettik. Omlet, pane corzano, çay; insan gibi yeme niyetindeydik, menüde cannoli vardı ne de olsa memleketindeydik. Hayal kırıklığı, bir gün önceden kalma cannoli getirdiler, ekibe rezil olduk, o kadar methettikten sonra. Neyse daha iyisini muhakkak bulunacaktı, alternatif çoktu nasıl olsa.
Köy çok güzel, ferforje balkonlar, dar sokaklar, renkli ama oldukça eski binalar, bakımlı, bakımsız. 1500’lerden kalma binalar var. Kilise 1545’e tarihleniyor. Volkanik taşlardan çeşit çeşit hediyelik eşyalar yapmışlar, bilezikler, kolyeler, heykelcikler vs...
Eden Bar’da hem soluklanmak için hem de aniden bastıran yağmurdan kaçmak için oturduk. Bu arada ben bir Aperol Spritz söyledim, Ressam bira içiyor, geri kalan soda-limon... Soda bir geldi, içinde limon sorbet, enteresan ve aynı zamanda efsaneydi.
Bu seyahatin mottosu şöyle şekillendi: Buralara tekne ile gelmek lazım. Ve bir de yazın gelmek lazım.
Çarşı pazar, dar sokaklar, evler vs. gezildi, aperatifler içildi. Kiraz özlemiştik, kilosu 3 euro ile İstanbul’dan ucuzdu valla. Hava nefis, deniz limanda bile tertemiz ve seyahatin sekizinci gününde tam vücut suyun içindeydik. Akdeniz üstümüzde kuruyunca kalın bir tabaka tuz oluştu. Silkelensek evin bir senelik tuz ihtiyacını hallederdik.
Ristorante Filippino’da yemekteydik. Risottosu meşhur ama iki seçenek vardı. Bir siyah risotto, bir de deniz ürünleri; şamfıstıklı. Servis muhteşemdi. Ressam bir dakikalığına dışarı çıktı, yemeği soğumasın diye garson üstünü tabakla kapattı. Başka bir garson kapak getirdi, değiştirdi. Bir başkası servisi değiştirdi. Garsonların hayli geçkin yaş ortalamalarına rağmen lokantadaki servis, ilgi çok çok iyiydi. Artık özellikle İstanbul’da, çocukluğumuzda bulduğumuz o servis kalitesini en kaliteli restoranlarda bile bulabilmek zor oldu. Yemeğin sonunda adaya özel Malvasia likörü ile susamlı biscotti ikram ettiler, nefisti. Yemek sonrası geldiğimiz yolun devamından şehir merkezine doğru yürüdük. Oralar çok daha şekermiş. Küçük butikler, restoranlar, Asmalı ile Alaçatı arası bir doku.
17 Haziran
08:00 Güüünnayydınn Lipari… Gece deli yağmur yağdı, hani bardaktan boşanırcasına derler ya, bu sürahiden boşanırcasınaydı, yok yok, damacanadan boşalttılar. Yağmur dinince de günün bu saatine rağmen sıcaktı. Messina’ya yola çıkacaktık. Yaklaşık 50 millik, yedi-sekiz saatlik bir yolumuz vardı. Bu arada Lipari açıklarında demirli gördüğümüz Pershing 80, yolda yanımızdan geçti. 50 knot’luk maksimum hız ile bu yolu iki saatte de alınabileceğini hatırlattı bize.
09:30 Ciao Lipari, Arrivederci Porto Salvo, kibar adamlar Malvasia hediye ettiler.
14:30 Messina Boğazı’na giriyorduk. Manzara çok güzeldi, bir tarafta ana kara İtalya bir tarafta Sicilya, Villa San Giovanni ile Pace arasından Messina’ya yaklaşıyorduk. İtalya tarafı fena değildi ama Sicilya tarafı mimari olarak biraz hani nasıl derler alaturka, yüksek apartmanlar, siteler.
15:20 Messina Marina’daydık. Pershing az ileride bağlanmış, geleli kaç saat oldu acaba? Girişte bizi meşhur Madonna heykeli karşılıyordu.
Messina, Sicilya’nın Palermo ve Catania’dan sonra üçüncü büyük şehriymiş. İyi korunmuş doğal limanı ve anakaraya en yakın konumda olması sebebi ile de önemli bir limandı.
Birşeyler atıştıracak bir yerler aradık ama her yer kapalı, pazar olduğu için mi? Duomo’nun arkasında denize doğru birkaç yer vardı. Piazza Catalani’de Don Giovanni d’austria’nın gölgesinde oturduk ama yemek servisi 19:00’da başlıyormuş.
Muhteşem uyumlu (!) ekip bira, kola, viski ve prosecco içti.
İnsanlar sekiz gibi piyasaya çıkmaya başladı. Kadınlı, erkekli herkesin kıyafetinde, makyajında bir özen vardı, çok güzel, özlediğimiz görüntüler bunlar, ne güzel, ne güzel...
18 Haziran
08:00 Millet istirahatte. Planımıza göre şu anda alışverişte olmamız gerekiyordu, güya erkenden Kefalonya’ya doğru yola çıkacaktık. Gerçi bu kadar uzun bir yolculukta birkaç saatin ne önemi vardı.
Hani meşhur okyanus geçişi hikayesi var ya, adam soruyor “Tramola atalım mı?” diye, kaptan da “Boşver yarın atarız” diyor, o durumdaydık.
Buraya kadar hep küçük köy, kasaba, şehirdeydik. İlk defa büyük bir şehrin limanındaydık. Pek keyifli değildi, araç gürültüsü “tatil bitiyor heyyy” mesajı veriyordu.
Alışveriş yapıldı, her türlü erzak yedeklendi, ilave edildi ve 10:30 elveda Messina, Kefalonya’ya 36 saat…
Saat 14:00’de çizmenin burnu geride kaldı. Biraz akıntıya karşı yine de 6 ile gidiyorduk, cenova+ana yelken+motor. Sevgili yağmur bulutumuz peşimizde, zaman zaman yanımızdaydı. Yunuslar nasıl bizi takip edip oyunlar oynuyorsa, bulutumuz da aynen öyleydi.
Saat 16:00 itibari ile İtalya ana karadan uzaklaşmaya başlıyorduk. Bulutumuz bizimleydi. Hava düşük 8 knot gibi, ancak ana yelken motor ortalama 6 knot ile gidebiliyorduk. İskele baş omuzluk tarafından 2 knot akıntı, hızımızı kesiyordu.
İyon Denizi’nde güneşi batırıyorduk, saat 20:00 civarı, 170 mil yaklaşık 28 saat daha yolumuz vardı ve pazartesi sendromumuz yoktu.
21:00 sonrası ay ışıklarını göstermeye başladı. Tam arkamızdan bizi takip ediyordu. Teknenin dalgalarında muhteşem ışık oyunları vardı.İskele arkamızda Venüs tüm haşmetiyle görünüyordu.
19 Haziran
Nöbete geç uyandırdılar bugün, saat 04:00 civarı. Kaptan ve ben nöbetteydik, göz ucu ile baktım. Onun durumu iyi görünüyordu, her zamanki gibi telefon hattı bekliyordu. Sık sık gözlerimin kapanması harici nöbet sorunsuzdu. Etrafta tek bir gemi yoktu. Hava kapalı, sabaha karşı güneş kendini göstermeye çabaladı ama bulutlar ellerinden geleni artlarına koymayıp, onu engellediler. Neyse 08:30 Kral geldi, ben de uyumaya indim. 11:30’da uyandım, hemen bir duş, biraz da çamaşır yıkamak lazımdı. Bir dahaki seyahate daha bol tişört ve sweatshirt alacağım. Nereden bileyim havanın böyle olacağını, hiç yol boyunca tişört, sweatshirt ile oturacağımız aklıma gelmemişti. Tulumla windstopper’ı bile bu kadar kullanacağımı düşünmemiştim.
70 mil yol kaldı, 10-12 saate varırız diye planladık.
20:00 Kefalonya’ya yaklaştık. Benim için burası son durak oldu. Ekip, Marmaris’e devam edecekti. İşler beni beklediğinden daha fazla kalmam mümkün olmadı.
20:40 limana girdik, Kefalonya bizi kekik kokularıyla karşıladı. Dağları, ormanları, nehirleri, plajları ve masmavi deniziyle, Louis de Bernieres’in ünlü Kaptan Corelli’nin Mandolini kitabının ilham kaynağı, İyon Adaları’nın en güzeli Kefalonya.
Argostolion tarafı uzun koya girdik. İskelede bir marina var gibi ama etrafı çok karanlıktı. Sancak tarafında kıçtan kara, sahile demirlemiş tekneler vardı, oraya doğru gittik. Tekneyi bağladık, gelen giden yok, serbest giriş herhalde diye düşündük.
Ressam’ı Messina’da bırakmıştık, Marko Polo, Kaptan ve Kral ile ben vardık. Ressam, eşine sürpriz doğum günü partisi ayarlıyordu. Öncesinde de gidip sürpriz yapacaktı. Bana da fikir vermiş oldu böylece.
20 Haziran
Uzun bir uykudan sonra 08:00 gibi kalktım. Millet uyuyordu daha, biraz gürültü yapınca herkes kalkmaya başladı.
Benim için son duraktı, uçakla ver elini Atina, oradan İstanbul. Yolculuğun daha keyifli kısmını mecburen, iş icabı bıraktım. Korint’i geçmek birkaç Yunan Adası’nda durmak ve Simi’nin özlediğim minik karides kızartmalarını tekrar tatmak bana uzaktı artık.
Yine de kolay kolay yapılmayacak bir seyahatin en uzun etabına katılmış oldum. Yunan Adaları her zaman elimizin altında. Bir tekne kirala on beş gün dolaş, belki kara bulutlar da takip etmez o zaman artık.
Taksi ile ara sokaklardan havaalanına giderken Kefalonya bana Ayvalık’ı hatırlattı. Karaya ayak basar basmaz da kendimizi Türkiye’de gibi hissetmiştik. İtalya’yı çok seviyor ve memleket diyoruz ama buralar bizim gerçek memleket galiba.
Benim hikayem burada bitti. Marko Polo, Kaptan ve Kral önce Patras’ta konakladılar, sonra Korint’i geçip Kea Adası’na vardılar. Sonra Amargos ve Simi derken 27’sinde Marmaris’e vardılar. İlk iş kendilerini kebapçıya atmışlar.
8 Haziran’da başlayan 19 günü denizde geçen 20 günlük bir yolculuğun 12 gününü yaşadım. Muhteşem bir deneyim, muhteşem bir hikaye. Farklı rotalarda tekrar etmek ümidiyle. Ama muhakkak yazın.