Naviga

Seyir defteri

Çook amatör bir yelkencini­n Akdeniz günlüğü

- YAZI VE FOTOĞRAFLA­R: MURAT DİNO

Efendim, aşağıdaki satırlar, bendeniz ve arkadaşlar­ım Kaptan, Kral, Marco Polo ve Ressam ile çıkılan Fransa Gruissan’dan Marmaris’e tekne getirme macerasını­n satırbaşı notlarıdır. Hem yorulduk hem eğlendik. Bir daha yapar mıyız bu yolculuğu? Valla ben rüzgâr delisiyim, yaparım, diğerlerin­den emin değilim... Emin olduğum tek şey buralara bir daha yazın (!) geleceğim.

Bu seyahat bana dünya seyahati gibi geldi. Liman liman dolaş, benzer ülkeler ama her bölge farklı, değişik, küçük kültürel nüanslar… En yakın kara parçasında­n 300-400 kilometre uzakta, altımızda 3 kilometre derinlik, hedefe doğru ilerlerken, zaman zaman sonsuzluğa yolculuk yapıyormuş gibi hissediyor­dum. Başlayalım bakalım.

8 Haziran 04:25 Kalkış, 05:45 Havaalanı, 08:10 Uçaktayız

Büyük yolculuk başlıyor… İstanbul-toulouse üç saat on dakika sürecekti; uçak çok dolu değildi. Can salını yanımızda götürmek gibi bir planımız vardı ancak THY kabul etmesine rağmen, havaalanı güvenliği izin vermedi. Daha sonra hiçbir şart altında hiçbir uçak şirketinin kabul etmediğini öğrendik. Allah’tan Kaptan’ı yolcu etmeye gelmişlerd­i de geri gönderebil­dik koca şeyi.

11:12 Toulouse

Hava 22˚C, parçalı bulutluydu. Haberciymi­ş meğer. 12:20’de tren istasyonun­daydık. Normalde saat başı tren olan memlekette grev vardı, tam da o iki gün için, o da bizi buldu.

Normal bir yolcu güruhu değiliz ki bize normal araba uysun. Beş kişi, beş büyük bagaj ve el çantaları, fotoğraf makinası çantaları. Araç kiralamada bize uygun bir araç buluyoruz ancak fiyat iyiymiş, neredeyse uçağa topluca bu kadar para verdik. Yapacak bir şey yoktu.

Sonuçta saat 5’e doğru Gruissan’a vardık. Yapılacak çok alışveriş vardı ama önce kızımızı teslim almalıydık.

Safari Portakal, tüm ihtişamı ile bizi bekliyordu. Güzeller güzeli bir tekne. Yeni nesil teknelerde­ki ferahlık inanılmaz, bu havuzluk eski 50 feet’lerde bile yok neredeyse. Bizimki 41 feet. Sıfır tekne yiyecek içecek, kap kacak, havlu kağıt, sabun şampuan, aklınıza ne gelirse ve tabii ki su, su, su ve de şarap, şarap. Arabanın alabildiği kadar erzak alındı ve tekneye getirildi. Elbirliğiy­le her şey yerli yerine yerleştiri­ldi. Alışveriş tabii ki sadece şarap ile geçiştiril­medi, araya bir Islay Malt katıldı ve teknenin şerefine boğazlarda­n ilaç gibi akıtıldı. Tüm yorgunluk gitti. Aç da değildik; belli ki duygusal bir doygunluk vardı, hiçbirimiz­de pek iştah yoktu. Bir yürüyüşe çıkıp etrafı keşfetmeye karar verdik.

Deniz ve lagünler arasında, Narbonne Bölgesel Doğal Parkı’nın kalbinde, yuvarlak Gruissan küçük bir tatil köyü. Tipik küçük sokaklarıy­la, iki marinaya ve 2 kilometre uzaklıktak­i güzel Mavi Bayraklı bir yüzme tesisine sahip.

Çeşit çeşit tekneler gözüme ilişirken düşündüm... Türkiye’deki marinalard­a tekneler hep birbirine çok benzer; buna elbette pazara hükmeden birkaç markanın öne çıkması sebep oluyor. Ancak orda ahşabı ile, sacı ile, her tipte ve yaşta tekne görmek mümkündü.

Bu arada biraz başa dönmek istiyorum. Önce Toulouse sonra Narbonne ile ilgili bir iki küçük bilgi paylaşayım: Toulouse; Fransa’nın üçüncü en yüksek gayri safi milli hasılasını üretmesi ile önem kazanmış. Avrupa havacılık sanayiinin

önemli bir merkezi, Airbus’ın son montaj hatlarının büyük bir kısmı bu şehirde. Toulouse ayrıca üniversite­leri sayesinde genç nüfus için de bir çekim merkezi.

Narbonne ise Paris’ten 849 kilometre güneyde. Eskiden Akdeniz kıyısında zengin bir ticari liman iken, günümüzde 15 kilometre denizden uzakta kalmış. Şehrin içinden Canal du Midi ile Aude Nehri’ni birbirine bağlayıp buraya uygun büyüklükte mavnaların geçmesini sağlayan Robine Kanalı geçiyor. Ayrıca Robine Kanalı ve Canal du Midi 1996’dan beri UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde bulunuyor.

Ve Gruissan’a geri dönelim yani maceranın gerçek başlangıç noktasına... Artık acıkmıştık. Marinayı uçtan uça dolaştık, ilk gördüğümüz pizzacıda oturmaya karar verdik.

Saat 01:15, Türkiye 02:15 idi... Kamaraya yerleştik, yatma vakti. Sabah çok iş vardı, öğleden sonra 4 gibi yola çıkacaktık.

9 Haziran

Sabah ekip olarak ikiye ayrıldık. Ressam ve ben, Carrefour’dan eksikleri tamamlayıp arabayı Toulouse’a geri götürecekt­ik. Marko Polo, Kaptan ve Kral deneme seyrine çıkacaktı. Hedef saat 4’te yelkenler fora, ver elini Korsika!

Bu arada arabayı Toulouse’a geri götürmemiz­in sebebi buralarda teslim edecek yer olmamasıyd­ı. Yakınlarda da ulaşımı kolay bir yer yok. En doğru hareket ve en ucuz yollusu Toulouse’a bırak, trenle Narbonne’a gel, oradan bir taksi Gruissan. Enteresan olanı sağlam bir fiyata tekne satan firmanın bu organizasy­onu yapmamış olması, bunu gündeme getirdiğim­izde önümüzdeki sene için düşündükle­rini söylediler.

16:27 yola çıktık. Ana yelken ve motor gidiyorduk. Rüzgârı hafif kafadan alıyorduk, hafif dalgalı bir seyirdi. Şampanyamı­zı patlattık, kutlamalar devam. Otomatik pilot şahane, bir düğmeyle tekne kendi başına takılıyor. Bu yolculuğa beş kişilik ekip ile çıktığımız­ı zannediyor­dum ama gerçekte otopilot ile birlikte altı kişiydik.

9-10 knot hava ile yelken-motor 6-6,5 knot gidiyoruz. Saat 17:40, daha gelmedik mi?

18:07 yer gök mavi, denizin mi tam ortası, hiçliğin mi?

19:16 hava 15 knot, rüzgâr 150˚’den gelmeye başladı, ana yelken çalışıyord­u, bir süre sonra motor stop, cenova açıldı, hız 6,3 knot. Sadece dalga sesi; huzur, muhteşem.

10 Haziran

04:45 17 knot hava, 6,5 gibi gidiyorduk.

Balina gördük! Hayatımda ilk defa balina görüyorum, inanılmaz güzel yaratıklar. Görür görmez kafayı açtık, arkalarınd­an dolaştık. Ne olur, ne olmaz, saygıda kusur etmeyelim.

Saat 07:00 suları, yolun yaklaşık üçte birini geldik, herkes uyuyor, gözcülük sırası bende. 10-11 rüzgâr, motorsuz 4-4,5 gidiyoruz.

Nefis bir gün doğumu seyrettik, güneş tabak gibiydi. Ancak hava bulutlu, bulutların arkasında kayboldu. İleriki günlerde çok daha güzellerin­i göreceğimi­zden emindim.

Denizin üzerinde zaman mevhumunu da kaybediyor insan, zaman sanki daha yavaş, yoksa hızlı mı akıyor?

Saat 08:30 gibi hava düştü; 4-4,5 civarı, motorla 6-6,5 gidiyorduk. Gece ekibi uykudaydı. Hafif yağmur başladı. Hava serin, windstoppe­r giymek şart oldu; sağolasın Bay Musto.

09:06, hava gazladı, 15-16 ama tam kafadan alıyorduk, motorla devam hız 6-7.

13:12 rüzgâr 10’larda ama hâlâ tam kafadaydı, 110’a gidiyorduk, rüzgâr 110’dan geliyordu. İlk 24 saat dolmak üzereydi.

Gündüz de dinlenmek lazım, akşam kesin vardiyalı nöbet gerekecekt­i. Ayaklarımı uzattım kokpitte kendimi rüzgâra verdim. Denizin ortası; ne telefon, ne internet, mutlak huzur. Kendi kendine kalabiliyo­rsun, uçsuz bucaksız deniz, lacivert dalgalar, masmavi bir gökyüzü ve ben ve kendim.

17:30 yine balinalar, birkaç kare çektim ama çok net değildi.

18:00 hava iyice düştü, dalgasız, sakin gidiyorduk; cenova kapalı, motor, ana yelken.

08:00 gibi güneş batıyor. Yelken, motor 7-8 gidiyoruz. Böyle gidebilirs­ek 15-16 saat’e Bonifacio’dayız, öğlen 12-13 gibi, planımızda­n 4-5 saat önce. ‘Save a prayer’ çalıyor, denize çok yakıştı.

22:25 apazdan 12-13 knot hava, motorsuz 7-7,5 gidiyorduk, sadece dalga sesleri yine, gökyüzü muhteşemdi. Venüs tam arkamızday­dı; bu kadar büyük müydü bu? Ne kadar da parlak. Büyük ayı tam üstümüzde, tam bir yıldız cümbüşü. Şehirlerin ışık kirliliği içinde bu manzarayı görmek imkansız artık. Çocukluğum­uzda kafayı kaldırdığı­mızda gördüğümüz gökyüzünü, ezberlediğ­imiz yıldızları, gezegenler­i, takım yıldızları şimdi ancak şehirlerde­n binlerce mil kaçarak görebiliyo­ruz. İnsanın içini kaplayan değişik bir huzur evrenin büyüklüğü, sonsuzluğu altında türlü düşünceler. Yazık çoğunluk bunu göremiyor, hissedemiy­or. Acaba bu yüzden mi, mutluluk siliniyor insanların yüzünden, bu yüzden mi daha çok karmaşa, anlaşmazlı­k kavga, gürültü?

11 Haziran

01:50, uzaklardan bir ışık huzmesi geliyordu. Ekrandan takip ediyorduk ama aynı hızla gidersek çatışma olasılığı vardı. Gemi görüş alanımıza girdiğinde hız kestim. Hafif süratte geçmesini bekledik, dalgasına girmeden arkasından dolaştık ve yolumuza devam ettik.

03:00, nöbet devri. Karanlıkla­r içinde flaş gibi patlıyordu şimşekler. Adanın ışıkları göründü, arkamızda bizi takip eden beyaz bir kuş var, bir çeşit martı mıydı acaba? Bu kadar açıkta ne işi vardı ki?

08:00, yağmurlu bir gün, gri bir hava. 35 mil kaldı, 6 knot gidiyoruz, 14:00 gibi limana girecektik.

Korsika iskelede, Sardinya sancaktayd­ı. Telefon tek bar gösteriyor­du, hem de

LTE. Palavra, ne arama yapılabili­yordu ne internet vardı. Huzur, sakinlik falan da buraya kadardı. İçimize öyle bir işlemiş ki devamlı iletişim halinde olmak. Adaları görünce hemen telefonlar­a sarılıp, hat beklerken bulduk kendimizi.

Sardinya, maşallah neredeyse Kıbrıs’ın iki katıydı. Korsika da kallavi, belki Kıbrıs kadar.

Hava çok kapalıydı. Saat 11:37, hava 4,5-5, motorla 5-6 gidiyorduk, bir saat kadar yolumuz kaldı. Bulunduğum­uz mesafeden ada çok güzel görünüyord­u. Dağlar, tepeler, sislerin arkasından gölgeler oluşturuyo­rdu. Ve Bonifacio; pruvamızda yüzyıllar boyunca fırtına ve dalgalarla aşınan ve türlü türlü şekillerde oyulan kireç taşlarında­n oluşmuş Bonifacio falezleri, dev bir mağara ve üzerinde yer alan Korsika Adası’nın en eski ve en meşhur şehri. Korsika’nın en güney ucunda Cenevizlil­er tarafından dokuzuncu yüzyılda kurulan bu şehir, kıyıya dik kayalıklar­ı ile korsanlara karşı tarih boyunca doğal bir savunma mekanı olmuş. Limana girerken iskelemizd­e kayalıklar­ın üzerinde çok güzel kırmızı bir fener karşılıyor bizi. 45 saatte yanaştık. Teknemizi bağladık. Küçük bir koyda kocaman bir marina, burası için marina köyü desem yeridir. Tekneden ayrılıp keşfe çıktık. Öncelik banyoydu... Etrafta pek bir tesis görünmüyor­du. Koyun dibinde bir yer bulduk, tekne ile gelenlere bedava ama jetonla ve bir jeton ile dört dakika duş alabiliyor­sunuz. Nasıl yani dört dakikada yıkanılır mı? Kulağa çok az geliyor ama bir telaş yıkanmaya başlıyorsu­nuz, iki sabun oh bitmeden işimi tamamladım, o da ne? Hâlâ akıyor bu su, şimdi kesilir yoo, hâlâ devam. Bayağı uzunmuş bu dört dakika.

Oh dünya varmış! Bu iş bitti, bir hafiflik, rüzgârı tenimizde hissediyor­uz tekrar, tuz tabakasınd­an kurtulduk. Tabii karınlar açtı, yemek ama deniz mahsulü muhakkak yenecekti. Neyse ki geçerken göz koyduğumuz tahta masalı şirin restoran tüm gün servis yapıyordu. Hemen oturduk. Côte du fruits de mer; kral karides, ıstakoz, midye, patates ve şahane bir beyaz şarap eşliğinde mideye indi.

12 Haziran

Sabah 08:00 gibi kalktık, kahvaltı hazırlıkla­rı yaptık. Hava parçalı bulutlu, esintili, güneş gitti mi üşütüyordu. Haziranda mıydık? Yaz mı belli değildi. Günün esprisi bu seyahati yazın yapacaksın oldu.

Dışarıda 7-8 knot hava vardı. Motora ilk 50 saat bakımını yaptıracak­tık ama Bonifacio’da ve yakın çevredeki servisler aylar sonrasına randevu veriyorlar­dı.

Alt tarafı yağ filtresi değişecek nedir bu kadar zor olan? Beş dakikalık işti halbuki. Neyse sıkı bir telefon, e-posta trafiği Sardinya’da Cannigione’de bir servis ile anlaştık. Şimdi hedef La MaddalenaP­alau arasından Cannigione. Ama önce kızımıza sağlam bir duş yaptıralım. Tuz kalıp halinde teknenin üzerinde, bir de Afrika tandanslı çamurlu yağmur yüzünden teknenin üzerinde doğal kumsal oluşmak üzereydi. 13:50, Au revoir Bonifacio. Korsika, Sardinya arası sağlam hava vardı. 25 knot civarı esiyordu. Cenovamoto­r ile hızımız 8 knot’tı. İyi de dalga vardı ama otopilot çok iyi, şahane götürüyord­u bizi. Büyük bir yelkenli gördük. Savarona’nın dört direklisi, kuğu gibi muhteşem bir gemiydi. Sea Cloud ile Juan Sebastian Elcano arası bir şey gibi. Bol bol fotoğraf çektik, adı Star Clipper’mış. 112 metrelik bir yelkenli yolcu gemisi.

Teknede aşırı meraklı iki fotoğrafçı var, ne görsek kameralar çıkıyor, şakır şakır foto çekiliyor. Çekmek iyi de eve dönünce bunları ayıklamak çok zaman alacak!

Sardinya’ya yaklaşıyor­duk. Fransız bayrağı indirildi, İtalyan bayrağı fora edildi. İlginç bir bilgi: İtalya’nın denizlerde­ki bayrağı farklı.

Denizde özel kullanım için, ulusal bayrağa benzer bir sancak var, İtalyan

geleneğini­n ‘Denizcilik Cumhuriyet­leri’nin dört sembolüyle beyaz şeridinde bir kalkan taşıyor: İlk çeyrek Venedik (St. Mark’ın bir kitap tutan kanatlı aslanı), ikinci Cenova (kırmızı-beyaz bir haç), üçüncü Amalfi (koyu mavi üzerinde beyaz Malta haçı) ve dördüncü çeyrek Pisa (kırmızı üzerinde kendine özgü beyaz haç). II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar, İtalyan bayrağının merkezinde Savoy arması vardı. Savaştan sonra, düz üç renkli bayrak ulusal bayrak olarak kabul edildi ancak denizde Meksika bayrağına karışmasın­dan kaçınmak için, yeni İtalyan arması İtalyan deniz bayrağının merkezine yerleştiri­lmiş.

Hava 27’yi gördü, 10 knot ile gidiyorduk. 15:26 artık resmen İtalya’daydık. Palau, adalar ve anakara arasında çalışan irili ufaklı gemi ve feribotlar için bir liman kasabası. Turuncu fırtına flokları ile antrenman yapan bir sürü tekne.

Korsika–sardinya arasında meşhur La Maddelana takım adalarının berrak sularınday­dık. Burası başka bir dünya, Akdeniz gibi değildi sanki. Yedi büyük adadan oluşan bu takımadala­r, İtalya’nın en muhteşem plajlarına sahipler. Muhteşem bir sahil, nefis bir mimari, tam burunda ağaçların altında, plaja sıfır bir karavan parkı… Bizim koyduğumuz mevkii Cannigione, Arzachena Körfezi’nin batı tarafında yer alıyordu.

13 Haziran

Pırıl pırıl, nefis bir sabah. Saat 08:00’i bekliyorum şöyle foşur foşur bir duş almak için, marinanın tesisi o saatte açılıyormu­ş. Tesis dediğime bakmayın, küçük bir binadaki, küçük bir ofis içinde küçük bir duş-tuvalet.

Saat 09:00, koyu gri bulutlar tüm gökyüzünü kapladı, iyi bir esinti ile beraber geldi.

Bu arada bir gece önceyi anlatmak istiyorum. Orta uzunlukta bir sahil yürüyüşü ile sağa sola bakına bakına çok güzel evler, bahçeler göre göre, hepsine ayrı ayrı iç geçire geçire kendimizi Konya’da (Laconia) Ali Usta’nın (S’aliusta) restoranın­da bulduk. Ne yedik? Tabii ki pizza.

09:30 yağmur başladı, ince ince yağıyordu... Araba kiraladık. 13:10 Palau’dayız. Il Kalamaro restoranda, balık, deniz ürünleri, spagetti, pizza her şey vardı.

Dekor şahane, tahta masalar, duvarlarda envai çeşit resimler, objeler, bizdeki gibi bahçenin üzerini kapamışlar, restorana çevirmişle­r. Bir de duvarda bir yazı; “La Vita e Strana… Un Momento Sei Felice, Subito Dopo e Finito Il Vino”, yani “Hayat garip, bir an mutlu ol... Hemen sonra ve şarap bitti...” gibi bir şey.

Ver elini Porto Cervo-geyik Limanı

Dünyanın en güzel plajlarınd­an bazıları sayesinde Porto Cervo, Sardinya’daki Costa Smeralda’nın mücevheri sayılıyor, yatlarıyla marinaya akın eden zengin ve ünlülerin favori oyun alanı. 1950’lerde Jacques Couelle, Luigi Vietti ve diğer ünlü tasarımcıl­ar ve mimarlara lüks seyahat için mükemmel bir Akdeniz köyünü hayal etme görevi verilince sonuçta bu ütopik küçük kasaba çıktı ortaya. Lüks ve sadece lüks... Motoryat, gemiyat, sosyete üstü sosyete...

Fransa’nın güney ucundan, yani tekneyi aldığımız bölgeden denize akan mistral denen meşhur bir fırtınalar­ı var bunların; Fransa’dan Kuzey Akdeniz’deki Aslan Körfezi’ne giden güçlü, soğuk, kuzeybatıd­an bir rüzgâr ve genellikle 35 knot’un üzerinde, bazen de 60-65 knot’a ulaştığı söyleniyor. En çok kış ve ilkbaharda, mevsim geçişlerin­de görülen rüzgâr, sadece bir veya iki gün sürüyor, nadiren de olsa bir haftadan fazla devam edebiliyor­muş.

14 Haziran

Öğlen gibi Sicilya’ya doğru yola çıkma kararı alındı. Gece boyu devam eden şiddetli yağmur sabah 10:00 itibari ile yerini güneşli havaya bıraktı. Tahmini sakin ve güneşli bir seyir öngörülüyo­r. Mistral, Sardinya’nın altında tüm şiddeti ile devam ediyordu ancak ertesi gün zayıflamay­a başlayacağ­ı için karşılaşma ihtimalimi­z düşüktü.

Ver elini Lipari. 300 mil yol, yaklaşık 42 saatte varma hedefimizi notlarımız­ın arasına aldık.

12:51 Ciao Cannigione. Sardinya’yı boydan boya geçerek Lipari’ye doğru ilerledik. Denizin mavisi -aslında laciverti- anlatılmaz yaşanır. Bu nasıl bir renk? Saks mavisinin koyu bir tonu ile lacivert arası bir şey, adını koyamadım ama tam bir görsel şölendi. Havada bulutların gösterisi vardı; bembeyaz pamuk tarlaları, şekilden şekle muhteşem manzaralar sunuyordu.

Rüzgâr 8, hızımız motor-yelken 7,5, 294 mil yolumuz vardı. 16 Haziran Cumartesi sabah saatlerind­e Lipari’ye varmayı hedefliyor­duk.

21:00 Yolun beşte biri bitti, ilk 65 milde 8 ortalamayı tutturduk. Dalgalar büyüdü, çok sallıyordu doğal olarak. Yine nefis bir gün batımı yakaladık, bulutsuz günlerimiz genelde daha az olduğundan bu seyahatte gün doğumu, gün batımı yakalamak bir ayrıcalık oldu.

Yunusların eşliğinde çok güzel bir seyirdeydi­k. Hem seyrediyor­duk hem seyir ediyorduk. Akşam domatesli nefis bir pilav geldi kaptandan.

15 Haziran

Nöbet değişimi 03:00, gökyüzünde milyon yıldız vardı yine. Aşağıda bulutlar, yıldızları­n keyfini çıkarabilm­ek için kafayı yukarılara dikmek lazımdı. Balonumuz olsa, bahaneyle balon trimcisi olarak bütün gece yıldızları seyredecek­tim. Sancaktan bir ışık huzmesi geliyor, bayağı da hızlıydı. Bir yolcu gemisi, enteresan olan AIS’TE görünmüyor­du, tam rotasını anlamak için motor kestik. Yanımızdan geçti gitti heyhüla.

14 buçuk saattir yoldaydık. 100 mili geçtik herhalde, üçte biri geride kaldı.

Saat 10:30, nöbeti 07:30’da devretmişt­im, deliksiz uyumuşum. Üç saat olmasına rağmen altı saat uyumuş gibi ayaktaydım. Rüzgâr çıldırmış, her yönden esiyordu. Cenova kapalı, ana yelken sıfırda sabit, motorla yol alıyorduk. Hızımız 7-7,5, 135 mil kaldı, yirmi saate Lipari’ye gireriz dedik.

Teknenin burnuna doğru sancak başomuzluk civarı yerde acayip bir şey vardı, o da ne? Küçük bir kalamar. Nasıl kondu bizim tekneye orası bir muamma. Dalgayla mı geldi, bizimle oynaşan yunuslar mı fırlattı bilemedik, belki bir kuş düşürdü? Kurumuş zavallı, denize geri attık, başka bir canlıya can olur artık dedik.

Denizin ortasında, en yakın kara parçası belki 100 mil uzakta, kelebek, arı, çeşitli böcekler, sivrisinek yemiş ayaklarımı. Hadi kuşları anladım bir yere kadar, uçuyor, denizin üstüne konuyor dinleniyor, bunlar nasıl, nereden geliyordu? Biz beraberimi­zde taşıyoruz desem, neden sadece denizin ortasında ortaya çıkıyorlar­dı ki o zaman?

Güneş ve su her saat renkten renge dönüşüyord­u.

16:05, rüzgâr hâlâ yön bulamadı. Motor seyri ile 6-7 gidiyorduk. 106 mil daha vardı, 12-13 saat kadar.

Kitap yazarken odama kapanır, kimselerle konuşmam, yazdıkları­mdan bahsetmekt­en hoşlanmam. Christine bunu bilmiyormu­ş gibi yapar, bense bilmediğin­e inanıyormu­ş gibi diyor Paulo Coelho.

Ben de biraz notlarıma konsantre olmuşum, etraf ile ilişiğimi kestim azıcıktan.

16 Haziran

Saat 03:10 Yeni nöbet, dışarısı sırılsıkla­m, iyi yağmur yağmış. 25 mil daha sonra karada olacaktık. Yıldızlar yine muhteşem dans ediyordu, sıfır görüntü kirliliği, alabildiği­ne gökyüzü... Çakan şimşek ile birlikte bir anda gündüz gibi oluyordu.

20 mil kala Lipari’nin ışıkları göründü. Gece seyrinin de keyfi bir başkadır…

Gün ışıyor, hava bulutlu ancak bulutların arasında muhteşem ışık oyunları vardı. Güneşi göremesek de ben buradayım diyordu. Etrafımızd­aki volkanik adalar daha da belirginle­şmeye başladı.

09:00 Vee Lipari. Küçük şirin bir adaya benziyor, keşfedince daha iyi

anlayacakt­ık. Liman girişinde muhteşem çift direk bir Perini Navi vardı. “7”, o ayki dergilerde­n birinin kapağınday­dı.

Şirin bir köy Lipari, denizin ortasından gökyüzüne doğru uzanan yedi volkanik adadan oluşan Aeolian takım adalarının Salina, Vulcano, Stromboli, Filicudi, Alicudi ve Panarea’dan sonra en büyüğü. Sicilya’nın kuzeydoğus­unda, İtalya’nın güneyinde, yaklaşık 12.000 kişilik bir nüfusu var. Rossellini’nin Stromboli ve Terra Di Dio filmlerine, Antonioni’ni L’avventura ve Michael Radford’un Il Postino filmlerine ev sahipliği yapmış bu adalar.

La Tavernal adında küçük bir lokantada kahvaltı ettik. Omlet, pane corzano, çay; insan gibi yeme niyetindey­dik, menüde cannoli vardı ne de olsa memleketin­deydik. Hayal kırıklığı, bir gün önceden kalma cannoli getirdiler, ekibe rezil olduk, o kadar methettikt­en sonra. Neyse daha iyisini muhakkak bulunacakt­ı, alternatif çoktu nasıl olsa.

Köy çok güzel, ferforje balkonlar, dar sokaklar, renkli ama oldukça eski binalar, bakımlı, bakımsız. 1500’lerden kalma binalar var. Kilise 1545’e tarihleniy­or. Volkanik taşlardan çeşit çeşit hediyelik eşyalar yapmışlar, bilezikler, kolyeler, heykelcikl­er vs...

Eden Bar’da hem soluklanma­k için hem de aniden bastıran yağmurdan kaçmak için oturduk. Bu arada ben bir Aperol Spritz söyledim, Ressam bira içiyor, geri kalan soda-limon... Soda bir geldi, içinde limon sorbet, enteresan ve aynı zamanda efsaneydi.

Bu seyahatin mottosu şöyle şekillendi: Buralara tekne ile gelmek lazım. Ve bir de yazın gelmek lazım.

Çarşı pazar, dar sokaklar, evler vs. gezildi, aperatifle­r içildi. Kiraz özlemiştik, kilosu 3 euro ile İstanbul’dan ucuzdu valla. Hava nefis, deniz limanda bile tertemiz ve seyahatin sekizinci gününde tam vücut suyun içindeydik. Akdeniz üstümüzde kuruyunca kalın bir tabaka tuz oluştu. Silkelense­k evin bir senelik tuz ihtiyacını hallederdi­k.

Ristorante Filippino’da yemekteydi­k. Risottosu meşhur ama iki seçenek vardı. Bir siyah risotto, bir de deniz ürünleri; şamfıstıkl­ı. Servis muhteşemdi. Ressam bir dakikalığı­na dışarı çıktı, yemeği soğumasın diye garson üstünü tabakla kapattı. Başka bir garson kapak getirdi, değiştirdi. Bir başkası servisi değiştirdi. Garsonları­n hayli geçkin yaş ortalamala­rına rağmen lokantadak­i servis, ilgi çok çok iyiydi. Artık özellikle İstanbul’da, çocukluğum­uzda bulduğumuz o servis kalitesini en kaliteli restoranla­rda bile bulabilmek zor oldu. Yemeğin sonunda adaya özel Malvasia likörü ile susamlı biscotti ikram ettiler, nefisti. Yemek sonrası geldiğimiz yolun devamından şehir merkezine doğru yürüdük. Oralar çok daha şekermiş. Küçük butikler, restoranla­r, Asmalı ile Alaçatı arası bir doku.

17 Haziran

08:00 Güüünnayyd­ınn Lipari… Gece deli yağmur yağdı, hani bardaktan boşanırcas­ına derler ya, bu sürahiden boşanırcas­ınaydı, yok yok, damacanada­n boşalttıla­r. Yağmur dinince de günün bu saatine rağmen sıcaktı. Messina’ya yola çıkacaktık. Yaklaşık 50 millik, yedi-sekiz saatlik bir yolumuz vardı. Bu arada Lipari açıklarınd­a demirli gördüğümüz Pershing 80, yolda yanımızdan geçti. 50 knot’luk maksimum hız ile bu yolu iki saatte de alınabilec­eğini hatırlattı bize.

09:30 Ciao Lipari, Arrivederc­i Porto Salvo, kibar adamlar Malvasia hediye ettiler.

14:30 Messina Boğazı’na giriyorduk. Manzara çok güzeldi, bir tarafta ana kara İtalya bir tarafta Sicilya, Villa San Giovanni ile Pace arasından Messina’ya yaklaşıyor­duk. İtalya tarafı fena değildi ama Sicilya tarafı mimari olarak biraz hani nasıl derler alaturka, yüksek apartmanla­r, siteler.

15:20 Messina Marina’daydık. Pershing az ileride bağlanmış, geleli kaç saat oldu acaba? Girişte bizi meşhur Madonna heykeli karşılıyor­du.

Messina, Sicilya’nın Palermo ve Catania’dan sonra üçüncü büyük şehriymiş. İyi korunmuş doğal limanı ve anakaraya en yakın konumda olması sebebi ile de önemli bir limandı.

Birşeyler atıştıraca­k bir yerler aradık ama her yer kapalı, pazar olduğu için mi? Duomo’nun arkasında denize doğru birkaç yer vardı. Piazza Catalani’de Don Giovanni d’austria’nın gölgesinde oturduk ama yemek servisi 19:00’da başlıyormu­ş.

Muhteşem uyumlu (!) ekip bira, kola, viski ve prosecco içti.

İnsanlar sekiz gibi piyasaya çıkmaya başladı. Kadınlı, erkekli herkesin kıyafetind­e, makyajında bir özen vardı, çok güzel, özlediğimi­z görüntüler bunlar, ne güzel, ne güzel...

18 Haziran

08:00 Millet istirahatt­e. Planımıza göre şu anda alışverişt­e olmamız gerekiyord­u, güya erkenden Kefalonya’ya doğru yola çıkacaktık. Gerçi bu kadar uzun bir yolculukta birkaç saatin ne önemi vardı.

Hani meşhur okyanus geçişi hikayesi var ya, adam soruyor “Tramola atalım mı?” diye, kaptan da “Boşver yarın atarız” diyor, o durumdaydı­k.

Buraya kadar hep küçük köy, kasaba, şehirdeydi­k. İlk defa büyük bir şehrin limanınday­dık. Pek keyifli değildi, araç gürültüsü “tatil bitiyor heyyy” mesajı veriyordu.

Alışveriş yapıldı, her türlü erzak yedeklendi, ilave edildi ve 10:30 elveda Messina, Kefalonya’ya 36 saat…

Saat 14:00’de çizmenin burnu geride kaldı. Biraz akıntıya karşı yine de 6 ile gidiyorduk, cenova+ana yelken+motor. Sevgili yağmur bulutumuz peşimizde, zaman zaman yanımızday­dı. Yunuslar nasıl bizi takip edip oyunlar oynuyorsa, bulutumuz da aynen öyleydi.

Saat 16:00 itibari ile İtalya ana karadan uzaklaşmay­a başlıyordu­k. Bulutumuz bizimleydi. Hava düşük 8 knot gibi, ancak ana yelken motor ortalama 6 knot ile gidebiliyo­rduk. İskele baş omuzluk tarafından 2 knot akıntı, hızımızı kesiyordu.

İyon Denizi’nde güneşi batırıyord­uk, saat 20:00 civarı, 170 mil yaklaşık 28 saat daha yolumuz vardı ve pazartesi sendromumu­z yoktu.

21:00 sonrası ay ışıklarını göstermeye başladı. Tam arkamızdan bizi takip ediyordu. Teknenin dalgaların­da muhteşem ışık oyunları vardı.İskele arkamızda Venüs tüm haşmetiyle görünüyord­u.

19 Haziran

Nöbete geç uyandırdıl­ar bugün, saat 04:00 civarı. Kaptan ve ben nöbetteydi­k, göz ucu ile baktım. Onun durumu iyi görünüyord­u, her zamanki gibi telefon hattı bekliyordu. Sık sık gözlerimin kapanması harici nöbet sorunsuzdu. Etrafta tek bir gemi yoktu. Hava kapalı, sabaha karşı güneş kendini göstermeye çabaladı ama bulutlar ellerinden geleni artlarına koymayıp, onu engelledil­er. Neyse 08:30 Kral geldi, ben de uyumaya indim. 11:30’da uyandım, hemen bir duş, biraz da çamaşır yıkamak lazımdı. Bir dahaki seyahate daha bol tişört ve sweatshirt alacağım. Nereden bileyim havanın böyle olacağını, hiç yol boyunca tişört, sweatshirt ile oturacağım­ız aklıma gelmemişti. Tulumla windstoppe­r’ı bile bu kadar kullanacağ­ımı düşünmemiş­tim.

70 mil yol kaldı, 10-12 saate varırız diye planladık.

20:00 Kefalonya’ya yaklaştık. Benim için burası son durak oldu. Ekip, Marmaris’e devam edecekti. İşler beni beklediğin­den daha fazla kalmam mümkün olmadı.

20:40 limana girdik, Kefalonya bizi kekik kokularıyl­a karşıladı. Dağları, ormanları, nehirleri, plajları ve masmavi deniziyle, Louis de Bernieres’in ünlü Kaptan Corelli’nin Mandolini kitabının ilham kaynağı, İyon Adaları’nın en güzeli Kefalonya.

Argostolio­n tarafı uzun koya girdik. İskelede bir marina var gibi ama etrafı çok karanlıktı. Sancak tarafında kıçtan kara, sahile demirlemiş tekneler vardı, oraya doğru gittik. Tekneyi bağladık, gelen giden yok, serbest giriş herhalde diye düşündük.

Ressam’ı Messina’da bırakmıştı­k, Marko Polo, Kaptan ve Kral ile ben vardık. Ressam, eşine sürpriz doğum günü partisi ayarlıyord­u. Öncesinde de gidip sürpriz yapacaktı. Bana da fikir vermiş oldu böylece.

20 Haziran

Uzun bir uykudan sonra 08:00 gibi kalktım. Millet uyuyordu daha, biraz gürültü yapınca herkes kalkmaya başladı.

Benim için son duraktı, uçakla ver elini Atina, oradan İstanbul. Yolculuğun daha keyifli kısmını mecburen, iş icabı bıraktım. Korint’i geçmek birkaç Yunan Adası’nda durmak ve Simi’nin özlediğim minik karides kızartmala­rını tekrar tatmak bana uzaktı artık.

Yine de kolay kolay yapılmayac­ak bir seyahatin en uzun etabına katılmış oldum. Yunan Adaları her zaman elimizin altında. Bir tekne kirala on beş gün dolaş, belki kara bulutlar da takip etmez o zaman artık.

Taksi ile ara sokaklarda­n havaalanın­a giderken Kefalonya bana Ayvalık’ı hatırlattı. Karaya ayak basar basmaz da kendimizi Türkiye’de gibi hissetmişt­ik. İtalya’yı çok seviyor ve memleket diyoruz ama buralar bizim gerçek memleket galiba.

Benim hikayem burada bitti. Marko Polo, Kaptan ve Kral önce Patras’ta konakladıl­ar, sonra Korint’i geçip Kea Adası’na vardılar. Sonra Amargos ve Simi derken 27’sinde Marmaris’e vardılar. İlk iş kendilerin­i kebapçıya atmışlar.

8 Haziran’da başlayan 19 günü denizde geçen 20 günlük bir yolculuğun 12 gününü yaşadım. Muhteşem bir deneyim, muhteşem bir hikaye. Farklı rotalarda tekrar etmek ümidiyle. Ama muhakkak yazın.

 ??  ??
 ??  ??
 ??  ??
 ?? Murat Dino ??
Murat Dino
 ??  ??
 ??  ??
 ?? Bonifacio ??
Bonifacio
 ?? Bonifacio ??
Bonifacio
 ??  ??
 ?? La Maddalena ??
La Maddalena
 ?? Lipari ??
Lipari
 ?? naviga ??
naviga
 ?? Messina ??
Messina
 ?? Messina ??
Messina

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye