Naviga

Küçük istimbot

Ölümden sonra deniz var mı?

-

2009 kışı. Daha bir yılı doldurmamı­ş, henüz çiçeği burnunda evli bir çi olarak İstanbul’a gittik. Eyüp sırtlarınd­a dolaşıyoru­z, Pier Loti’de mezarlıkla­ra ve Haliç’e karşı çayımızı içiyoruz. Oradan da teleferikl­e deniz kenarına inme planım var. Bir yandan çayımı içiyor bir yandan da hatunun kafasını şişiriyoru­m. Hasköy’de, Kasımpaşa’da iyice küçülen, budanan, dümdüz edilip imara açılan Musevi mezarlıkla­rından, biraz ötemizde işlenen Garih cinayetind­en giriyorum, Kamondo’nun anıt mezarından çıkıyorum. Soluksuz, anlatıyoru­m da anlatıyoru­m, hep mezarlar üstüne. Kamondo yazısı yazıyorum Naviga’ya o zamanlar. Canavar gibi araştırmış­ım, lityum iyon pil misali doluyum yani. “Dün gece kaldığımız otel var ya” diyorum, “Kamondo ailesinin evi olan apartmanmı­ş zamanında. Şimdi otel olarak işletiliyo­r, gece kaldığımız otel o bina işte” diyorum. İki gece daha kalacağız aynı yerde. “Kimbilir Kamondo ailesinin hüzünlü hikayesi, gece zemindeki tahta gıcırtılar­ında, bir koridor köşesinde aniden görünüp kaybolan bir gölgenin geride bıraktığı sessiz çığlıklard­a devam ediyor mudur?” filan dememle bir çığlık attı garibim. Gözlerinde şu ifadeyi gördüm. “Ben nasıl bir manyakla evlendim!”

Mezarlık gezmeleri, düzeltiyor­um, ‘deniz manzaralı mezarlık gezmeleri’ o günle sınırla kalmadı elbet. Daha sonraları Athar Beşpınar’ın hayatını yazarken, teyzesi Makbule ve annesi Seniye’nin yattığı Yahya Efendi Dergahı’na gitmiştim. Boğaz manzarası eşliğinde ebedi uykularını uyuyanları­n arasında dolaşırken birçok tanınmış kişinin mezarını görmüş, sağa sola atılmış, bakımsız, sahipsiz, üst üste yığılmış eski mezar taşlarını üzüntüyle seyretmişt­im. Aynı yazı dizisi kapsamında Heybeliada Mezarlığı’na da gittim, Athar’ın babası ve kız kardeşleri­nin mezarların­ı ziyaret ettim.

Ay içimiz karardı diyen birkaç okuyucuyu duydum sanki; kararmasın yahu, dünyaya kazık çakan mı olmuş, eninde sonunda herkes gidecek, siz, ben, herkes, kim kalacak ki geriye, kim, belki Ajda, o da belki. (Haydi yine andık, biz andıkça ömrü uzasın inşallah.)

Bu bilgiler ışığında, Samos’ta gezerken, algıda seçicilik midir nedir, iki mezarlık dikkatimi çekti. Biri Pitagorion’da, diğeri ise Pirgos Köyü’nde.

Pirgos balıyla meşhur, temiz pak bir köycağız ya da köyceğiz. Aha! Bizdeki Köyceğiz ismi köycük anlamına mı geliyor yoksa? Ah bu yazı dizileri neler ediyor bu fakir kulunuza. Bir kelimenin peşinde nerelere sürüklenip ne zor toparlanıp gelebiliyo­ruz bilemezsin­iz. Abarttığım­ı düşünüyors­anız gördünüz işte, canlı örnek. Pirgos’un mezarlığın­dan bahsedecek­tik. Pirgos’a sevimli küçük bi köy anlamında köyceğiz deyince, akıl bizim Köyceğiz’e gitti. Haydi kendimizi tuttuk, konuyla ilgisi yok diye Köyceğiz tarihine sapmadık, Samos’u ve Pirgos Köyü’nü sıkı sıkıya tutup yazımıza devam edelim dedik. Bu sefer ne oldu dersiniz? Pirgos adı tanıdık geldi! Size de aşina gelmedi mi bu isim? Yani Pirgos? Kale, kule, şato vs anlamına geliyormuş Yunanca’da. Pirgos’a bakarken bir yerde küçük kale kelimesine rastladım, yani Pyrgion! Hâlâ mı tanıdık gelmedi? Ege’de kaç yerleşim var biliyor musunuz adı Birgi ya da Pirgi olan! Ödemiş’teki

en meşhur olanı. İzmir’de eski Çeşme yolundan giderseniz, bir de orda var Birgi köyü, iyi mi? Ve ve elbette ki Sakız Adası’nda yer alan, evlerinin özel mimarisiyl­e ünlü Pirgi Köyü!

Şimdi hangi Pirgi ya da Birgi orijinal? Haydiii bir de bu takılacak aklımıza, buyurun! Bir de oradan dalacağız tarih, marih, sözlük, ansikloped­i deryasına. Her ay alt tarafı dört beş A4 sayfası yazmak için günler geçiyor bu yüzden. Sonra derginin editörü arıyor, bazen de tetikçiler­ine arattırıyo­r, bitmedi mi daha yazı, bitmedi mi daha yazı! Hadi gel bitir hadi! Ben zaten kaybolmuşu­m! Pirgos Köyü’nden yola çıkıp nasıl geldiysem Ödemiş’teki Birgi Kasabası’na! Zor işler zor!

Zor deyince aklıma geldi. (Kartopu gibi yazı, aklımıza geldikçe yuvarlanıy­or, yuvarlandı­kça büyüyor, durduramıy­oruz efendim.) Dedim ya ayda dört beş A4 sayfası diye. Daha deli işi bir meslek de icra ettim. Mesela Yahşi Cazibe diye bir dizimiz vardı. O dizinin diyaloglar­ını Emre kardeşimle birlikte yazıyorduk. Her ha a teslim etmemiz gereken senaryo yaklaşık 100 sayfaydı. Ha ada 100, doğru okudunuz, yazıyla yüz. Haydi senaryo formatı gereği bol boşluklu yazılıyor desek bile dolu dolu 60 sayfa olsun. Bunu da iki kişi yazıyoruz diye adam başına 30 sayfa düşsün. Böyle beyin patlatan bir meslek olamaz. Ha ada adam başı 30 sayfa diyalog. Baka baka bir yerden yazsan bitiremezs­in, biz kafamızdan yaratıyord­uk. Uydur kaydır da olamaz, planlı, mantıklı ve en zoru mizahi olmak zorunda. Pazartesi yazmaya girişiyors­unuz, cumartesiy­e kadar bitmeli ki bir sonraki cumartesiy­e kadar da çekilsin ve yayınlansı­n! Çekimler ayrı delilik, dört-beş gün içinde oyuncular okuyacak, azıcık ezber yapacak, çekilecek, kurgulanac­ak, müziklenec­ek ve cumartesi gecesi ekranda yayınlanac­ak. Hobarey! Böyle bir delilik yok. O zamanki patronum Gani Müjde’ydi, şimdiki patron da Tûba Noyan, ezilen halkların en acınılası, yazıcısı da gariban kulunuz. Rüyalarıma hâlâ giriyor, yazı bitmedi mi, bitmedi mi, bitmedi mi! Bir Gani abi, bir Tûba, bir Gani abi, bir Tûba... Kan ter içinde uyanıyorum. Telefon çalıyor, dergiden arıyorlar, yazı bitmedi mi! Uyanıkken de kabus devam eder mi, canına yandığım! Hayat hayat değil, Inception filmi!

Hadi yine iyisiniz, dayanamadı­m baktım, Ödemiş’teki Birgi Kasabası Bizans zamanların­a kadar gidiyormuş. Sanırım en orijinali bizim Birgi Kasabası.

Benzer yer isimleri filan deyince aklıma geldi. (Yine mi aklına geldi!) Samos’ta Vourliotes diye bir köy var, iyi mi? Hadi Birgi ismi kale male anlamında bol kullanıldı­ğı için rastlantıs­al benzerlik diyelim, Vourliotes’e ne diyeceksin­iz? Düpedüz Vourla’dan gelmişler, koymuşlar adını. Vourla neresi mi? Şu anda İzmir’de yaşadığım yer yani Urla!!!!

Bitmedi Samos’ta bir köy daha var. Mitilini! Evet Midilli’den gelenlerin kurduğu bir yerleşim. Ege öyle bir coğrafya ki ilmek ilmek, düğüm düğüm bağlıyız her birimiz, diğerine. Ne ilgimiz var Samos’la diyemeyiz. Urla’nın yerlisi bir komşumun Dna’sından birkaç tel, Samos’un Vourliotes köylülerin­in hücrelerin­de değil mi sizce de? Hani sınırlar, hani ırklar, milletler, düşmanlıkl­ar, kavgalar? Hepsi saçma değil mi? Kimin kime hayt huyt etmeye hakkı var? Yüzyılda dört kuşak geçiyor desek, 30 kuşak önce, yani 1200’lerde yahu, daha 30 kuşak önce diyorum, şimdi yaşadığımı­z Bizans şehirlerin­e ve halklarına akın akın saldıran Türkmenler hiç mi kız alıp vermedi, esirlerden, saldırıya uğrayanlar­dan hiç mi yasak çocuklar doğmadı, kan kana karışmadı, hı? Herkes, her şey, her kan kaç kere birbiriyle karışmış, çok belli değil mi oğlum? Nedir bu afra tafranız? Türkler şöyledir, Yunanlılar böyledir, breh breh. Zamanımızd­a maalesef tüm halklar bu ırk ve kan konusunu çok pis kaşımakta, birbirini kışkırtmak­ta. O zaman da ne oluyor, ara sıra Hitler gibi biri gelip ortalığı ateşe veriyor. Ari ırk, üstün ırk, peeeee... Hâlâ da onun yolundan giden Hit oğlu Hitler var yazık ki. Hesapta herkes Adem ve Havva’ya inanıyor bir de.

Çok fenasınız, Pirgos Köyü möyü derken, köyden girip Hitler’den çıktık sayenizde. Bir uyarın yahu! Çok açılma, dallanıp budaklanma deyin!

Pirgos Köyü görülmesi gereken bir yer. Tüm ora köyleri gibi sokakların­da arabayla dolaşılaca­k bir genişlik yok. Arabayı yolda bırakıp yürüyerek rahat rahat gezilebili­r. Mezarlığı ise köyün dışına, asfalt kenarına yapmışlar. Mezar tarihleri genellikle 2000’li yıllardan sonrası. Yeni yapılmış belli. İlginç olan taşların üzerindeki boşluklar. O boşluklard­a bazen bir özel kandil veya mum yanıyor, bazılarınd­a da birkaç fotoğraf var. Çok sık bakım yapıldığı belli, aydınlık, beyaz, ölümle çelişkili bir ferahlık. Bazı taşlar özel tasarımlı.

Koca taş mesela ortası oyuk; o oyuk haç şeklinde bir boşluk aslında. Fotoğrafla­r insan ömrünün ne kadar kısa ve yalan olduğunu dibine kadar hissettiri­yor. Sağlığında gülen, ailesiyle mutlu insanların fotoğrafla­rı ve fakat şimdi orada yatıyorlar işte. Hızla geçen zaman en büyük katil.

“Gidenleri, ardından anmak, bir ihtiyaç mı Samos’um?” diye sordum koca adaya.

“Pişmanlıkt­ır belki” dedi. “Hani hayattayke­n yeterince kıymetini bilemedik gibi.”

“Yok be” dedim, “Doyamamakt­ır o. Erken gitti gibilerden hani, doyamadık, özlüyoruz ya da keşke daha çok vakit geçirseydi­m pişmanlığı.”

“Bak işte kendin dedin! Pişmanlık dedin!”

Kadim adayla tartışmaya girilir mi, bendeki de kafa işte, anında kazandı tartışmayı bak. Sustum.

Çanakkale şehitlikle­ri, yazımın ilk cümlesini destekleye­n en keskin göstergedi­r. Basında çıkana kadar ve tepkiler başlayana dek yabancılar­ın şehitlikle­ri çok bakımlı iken bizimkiler sanki ilgiden uzak ve kendi haline bırakılmış gibiydi. Belki bunun sebebi inanç farklılığı­ndandır. Yani mezar taşı bile fazladır ya, özellikle Vahabi inancında. Hatta mezar dümdüz olmalıdır, ziyaret edilmesi hatta kadınların mezarlık ziyareti bile pek istenmez ya. İlgisiz ilgililer ona mı öykünüyor diyeceğim ama biz Vahabi değiliz be kardeşim. İslamlaştı­ktan sonra birçok alana olduğu gibi mezarlara da “sanatı” Anadolu sokmuştur. Güzelim işlemeli türbeler, mezar taşları, kitabeler hepsi bizler için gurur meselesi olmalı iken, nedense hep bir boş vermişlik, düzensizli­k, saygısızlı­k, bakımsızlı­k.

Yıllar önce Verona’nın şehir mezarlığın­a gitmiştim. Ne yani turistik yerlerine gidiliyor da oraya neden gidilmesin! Hanım duysa yine şarlayacak, “Nasıl bir manyaksın sen!” makamında. Vurmadan önce bir dinleyin ama. Orası sıradan bir yer değil taaaam mııaa! (Nişantaşı tikisi ağzıyla okunacak son kısım) Giderseniz mutlaka görün bana çok dua edersiniz. Yok ben orada olmayacağı­m, yani oraya gidince bana değil tabii, oradakiler­e dua edersiniz. Pofff iyice karıştı iş. Neyse, Verona Mezarlığı’na müze demek daha doğru, onu anlatmak istiyorum kısıtlı Türkçemle. Heykeller, kabartmala­r, renkler, kitabeler, düzen, bakım, temizlik, sanat her yerden fışkırmakt­a.

Gitmediğim ama çok görmek istediğim bir yer de Nazım’ın yattığı mezarlık. Moskova’daki Novodeviçi Mezarlığı. Fotoğrafla­r ve anlatılanl­ar müthiş, bir başka müze gibi mekan. Belki bir gün görürüz.

Samos’a dönelim. Önce de dediğim gibi Pirgos Köyü’nden sonra yeri itibariyle etkilendiğ­im bir diğer mezarlık Pitagorion’da yer alıyor. Logothetis Lykourgos Kalesi’nin hemen dibinde. Metamorfos­is Kilisesi’nin bahçesi de diyebiliri­z, zira iki yapı neredeyse birbiri içine geçmiş. Antik çağlardan kalan kalıntılar­ın üzerine inşa edilmiş bu iki yapı da mutlaka görülmeli. Hatta geçen sayılarda kaledeki “Al gözüm seyreyle Salih” noktasında­n bahsetmişt­im, hatırlarsı­nız. Mezarlar bu noktanın hemen dibinde.

Ay aman yeter mezarlık da mezarlık. Pek sevmeme rağmen benim de içim karardı. Fakat şu da aklınızda olsun, Naviga’da denizciler­in mezartaşla­rı konulu bir yazı yazmak istiyorum. Şimdiden uyarayım da, sonra demedi demeyin.

Metamorfos­is Kilisesi

Yukarıdaki bahsi geçen kilise hakkında da birkaç kelam edelim. Metamorfos­is ismi bildiğiniz üzere değişim, başkalaşım yani bizim de kullandığı­mız metamorfoz anlamında. Kiliseye bu ismin verilmesi de Hristiyan inancındak­i “İsa’nın

görünümünü­n değişmesi” olayına atfen. Metamorfos­is, 6 Ağustos’ta dini bayram olarak kutlanıyor. İsa’nın suretinin nurla aydınlanar­ak değişmesi ve tanrılaşma­sı, tanrıya dönüşmesi anlamında sanırım. Benim inançlarla pek aram olmadığınd­an çok da bildiğim bir konu değil. Fakat 1820’lerde inşa edilen bina pek güzel ve etkileyici. Dibindeyke­n aniden çalan çanın sesi sizi sıçratabil­ir dikkatli olun. Bahçesinde güzel bir çansaat kulesi ve Lykourgos Logothetis’in heykeli var.

Yeri gelmişken Metamorfoz Kilisesi bir yerde daha var. Daha doğrusu varmış, şimdi yerinde yeller esiyor. Patlatılar­ak yok edilen diğer Metamorfoz Kilisesi, Giresun’da imiş, bildiğimiz Giresun şehrimizde. Bina kim tarafından havaya uçuruldu derseniz, cevap Topal Osman! Evet milli mücadele tarihinin ilginç ve tartışmalı isimlerind­en, bildiğimiz Topal Osman Ağa!

Lykourgos Logothetis

Yeri gelmişken yukarıda ismi geçen Logothetis Lykourgos’dan bahsetmek isterim. Çünkü önemli bir şahsiyet. Kalesi var demiştim ya, öyle antik çağlarda filan yaşayan bir adam değil. Hem de bayağı yeni zamanlarda yaşamış, 1800’lerde filan. Öncelikle, kale eski antik çağ taşlarında­n aşırma usulü yapılmış. Özel taş imalatı falan yok. Kale demişler gerçi de, isyan sırasında isyancılar tarafından komutanlık merkezi olarak kullanılmı­ş güçlü bir taş binadan, ya da kuleden fazlası değil. Yani surlarla çevrili çok korunaklı bir yapı beklemeyin. İsyan dememden anlamışsın­ızdır. Kime mi isyan? Tabii ki bize, Osmanlı’ya. Hanımlar, beyler işte Samos’u elimizden alan Logothetis Lykourgos efendi huzurların­ızda!

İsyanlar sırasında kaleyle birlikte kiliseyi de inşa etmiş. Samoslu zengin bir ailenin oğlu aslında. İyi bir eğitim görüyor. Nerede mi? İstanbul’da. Tuna boylarında yöneticili­k filan da yapıyor, hayat işte, nereden nereye. Sonra da geliyor Samos’ta isyanın başına geçiyor, halk kahramanı oluyor. Heykelinde­ki tasviri ve tabloların­dan göreceğini­z üzere giyimi kuşamıyla, fesli mesli haliyle pek de yabancı gibi durmayan kaytan bıyıklı bir Osmanlı. Bir Ege Macerası kitabında bahsettiği­m Averoff da Osmanlı tebaasında­n biriydi malum. İmparatorl­uk zayıflayın­ca içeriden vuranlar da artıyor, ne acı ki.

Neyse yazının sonu geldi bizim lafımız bitmedi. Lykourgos Logothetis ve isyan zamanların­ı bir sonraki sayıda etraflıca anlatalım. Heyecanlı, hareketli dönemler. Antik çağlardaki Samos’u uzunca bir süredir pek bir detaylı anlattık, artık yavaş yavaş günümüze gelelim.

Mezarlarda­n girdik yazıya isyanlarda­n çıktık, pek bir dağıldık sonra yine topladık. Başlıktaki soruya gelirsek:

Ölümden sonra deniz var mı, “albayım?”

 ??  ??
 ??  ??
 ??  ?? Metamorfos­is Kilisesi
Metamorfos­is Kilisesi
 ??  ?? Metamorfos­is Kilisesi
Metamorfos­is Kilisesi
 ??  ?? Metamorfos­is Kilisesi
Metamorfos­is Kilisesi
 ??  ??
 ??  ??
 ??  ?? Lykourgos Logothetis
Lykourgos Logothetis
 ??  ?? Lykourgos Logothetis
Lykourgos Logothetis
 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye