Babamı bir kez daha anarken..
Bugün Babalar Günü.. Ve her Babalar Günü’nde değişmez yazım.. En “Baba” yazım!.. Bir daha.. Yaşadıkça her yıl, bu zaman..
Babam atalarının Kafkasya’dan gelmiş olması ile övünürdü hep.
Evimizde, subay babam nereye tayin olursa olsun, birlikte götürdüğümüz iki simge vardı, Kafkasya’dan atalardan gelme.
Birisi, üzerinde gerçek ödül mühürler bulunan Çerkez Semaveri, ki şimdi benim salonumu süslüyor. Öteki de üzeri elle yapılmış, oyma ve gümüş işlemelerle süslü av tüfeği. Bakmaya kıyamayacağınız güzellikte bir Kafkas çiftesi.
Savaş sonrası yıllarda, kaç kez anlattım sizlere, radyo bile yoktu doğru dürüst. Günde iki saat deneme yayını yapan ve parazitten zor dinlenen bir postane radyosu dışında. Sinema minema hak getire. Babamın bir tek özel keyfi vardı. Av. Cumartesi geceleri, sobanın başına toplanırdık. Kestaneler yarılır, sobanın üzerine dizilirdi.
Babam av tüfeğini ve av takımlarını çıkarırdı.
Önce tüfeği özene bezene siler, temizler, yağlar, kenara koyardı. Sonra fişek hazırlamaya başlardık.
İrili ufaklı bir yığın aleti vardı babamın, fişek yapmak için. Karton silindirleri alır, altına kapsülü basar, içine barutu sıkıştırır, onun önüne saçmaları yerleştirir, kapatırdı. Ağbimle ben yardım ederdik babama. Kendimizi çok ama çok önemseyerek. Hazırlanan fişekler, beline bağladığı fişekliğe dizilirdi rengârenk.
Bu işler yapılırken, babam, başından geçmiş av öykülerini anlatırdı, keyifle..
Geç vakitlere kadar yatmama iznimizin olduğu tek geceydi, cumartesileri.
Sabah uyandığımızda babamı gitmiş bulurduk. Güneş doğmadan yola çıkardı avcı arkadaşları ile.
Avdan pazar akşamına doğru yorgun, ama öyle keyifli dönerdi ki babam.
Tüm yorgunluğuna rağmen, o ata yadigârı gümüş işlemeli, oymalı çiftesini gene özenle temizler, kılıfına yerleştirirdi. “Hanım şunları çocuklara pişir bakalım” diye avladıklarını annemin önüne gururla koyarken.
Babamın keyfi nasıl tüfeğiyse, bizim keyfimiz de bayram günleriydi, iple çektiğimiz bayram günleri.
Türkiye’nin en sıkıntılı günleriydi onlar. Yokluklar ülkesiydik kelimenin tam anlamıyla. Hangi kuyruk? Ekmek kuyrukla değil karne ile alınırdı. Nüfus kâğıdına vurulan damga ile. Paran olsa da fazlasını alma hakkın yoktu. Öyle sıkıntılı günler.
Ama bayram tüm sıkıntılara rağmen biz çocuklara “Bayram” olarak gelirdi.
Tepeden tırnağa yenilenirdik. Elbiselerimin çoğunu annem dikerdi, her bayram yeni bir şeyler yapmayı başarırdı.
Sonra yeni ayakkabılar, yeni gömlekler, çoraplar.
Ve de o zamanki aklımızla, ölçüsüz harcayabildiğimiz bol harçlık.
Haftalığımız 25 kuruşken mesela, bayramda babamdan günlük alırdık, gün başına bir lira. Öteki akrabalardan da gelirdi harçlık. Bayramın ilk günü cebimizde 2.5 lira falan olurdu. Harca harca bitmez. Sinemaya giderdik. Bayram yerine gider dönme dolaba biner, gazozla simit alırdık, gene bitmezdi.
Hiç unutmam. Bir bayram günü, milletvekili olan büyük eniştem (biz ona Paşa Dayı derdik) İstiklal savaşı kahramanlarından Aşir Atlı Paşa, bize gelmişti.
Elini öpen ağabeyime, çıkardı, bir kâğıt para verdi, harçlık diye. Onun ve bizim elimize harçlık diye konan ilk kâğıt paraydı bu. Ağabeyimin dili tutuldu “Dün gece TRT Müziği izliyorum. Birden sözlerini babanın yazdığı bir ilahiye başladı, TRT Korosu.. Hemen sana haber vermek istedim, ama numaranı bulana kadar ilahi bitti” dedi.. TRT’de dostlar var. Hemen aradım. Sağ olsunlar bana programın bir DVD’sini yolladılar.. Babamın aruzla yazdığı şiirlerden biri.. Babamın en yakın dostu, hastanede öldüğü