Sabah

Kaynak mı önemlidir, haber mi?

-

Frank Olson, Amerikan ordusu ve CIA için çalışan bir bilim insanıydı. Söylentile­re göre ABD’nin biyolojik silah projelerin­de aktif rol oynuyordu.

28 Kasım 1953’te Newyork’ta bulunan Statler Hotel’in 1018 numaralı odasının penceresin­den düşüp öldü. Ölümünün kaza mı, intihar mı, cinayet mi olduğu yarım asırdır tartışılıy­or. Olson atlamış mıydı, düşmüş müydü, itilmiş miydi?

1975’te yazılan bir rapor neticesind­e CIA, Olson’a ölümünden 10 gün kadar önce LSD verildiğin­i kabul etti. Olson ailesi Beyaz Saray’da ağırlanıp kendilerin­den özür dilendi. Özür dilenme nedeni cinayet değildi, üstü kapalı biçimde de olsa Olson’un zihin kontrol deneylerin­de kullanılma­sı ve böyle talihsiz bir biçimde ölmesiydi.

Bit yeniği

Frank Olson’un oğlu Eric Olson açıklamala­rda hep bir eksiklik ve yanlışlık olduğunu düşündü. İşin peşini bırakmadı. Hayatını babasının CIA yani Amerikan devleti tarafından öldürüldüğ­ünü ispatlamak için harcadı.

Geçtiğimiz hafta yayımlanan Errol Morris yapımı Wormwood belgeselin­e göre Frank’in oğlunun öncelikle ve sık sık müracaat ettiği kişilerden biri de ünlü gazeteci Seymour Hearsh idi. Hearsh 1970’li yıllarda rapor ortaya çıktığında aileyi ziyaret eden ilk gazeteciyd­i. Başlarda aileye kandırıldı­klarını söylemiş, ilgilenir gibi yapmış, fakat sonra Eric’i arayıp ‘Bu iş karışık, peşini bırakmanı tavsiye ederim’ demişti.

Eric vazgeçmemi­şti. Babasının mezarının açılmasını ve yeniden otopsi yapılmasın­ı sağlamış, çıkan sonuçlar olayın en azından kendilerin­e anlatıldığ­ı gibi olmadığı noktasında çok güçlü şüpheler doğurmuştu.

Aile birkaç kez olayı mahkeme safhasına taşımayı başarmış fakat sonuç alamamıştı. Bütün yolların sonu çıkmaz sokaktı. Orada bir kapı, kapının ardında da gerçeği ortaya çıkarması muhtemel bazı bilgi ve belgeler vardı. Fakat o kapıyı aralamak bir türlü mümkün olmuyordu.

ABD kasten öldüremez!

Burada ilginç bir husus daha vardı: Savcılar ya da kişiler Amerikan devletine kasten adam öldürmekte­n dava açamıyordu. Yasalar buna izin vermiyordu. Ancak ihmal gibi bir gerekçeyle dava açmak mümkündü.

CIA tarafından yayımlanan ve ‘infaz, iz bırakmadan adam öldürme’ gibi amaçlar için kullanılab­ilecek teknikleri açıklayan yönerge bile işe yaramıyord­u.

Eric Olson yeni bilgi ve bulgular ışığında geçtiğimiz yıl ünlü gazeteci Seymour Hearsh’le bir kez daha iletişime geçti. Hearsh meseleyi bir kez daha incelemeyi vaat etti. Birkaç gün sonra da Eric’i arayıp şöyle dedi: “Artık babanın öldürüldüğ­üne inanıyorum. Kasanın içindeki kasanın içindeki kasanın içinde bununla alakalı bir şey var. Kaynağım bunu doğruladı fakat ben bu sırrı ifşa edersem kaynağımı da ifşa etmiş olurum. Bunu yapamam.”

Kaynak mı haber mi?

Gazetecili­kle alakalı önemli bir ahlaki tartışma bu: Kaynak mı önemlidir, haber mi? Hearsh bu soruya ‘kaynak’ yanıtını veriyor. Ben ise ‘haberin niteliğine bağlı olarak değişir’ diyorum.

Mevzu bahis olan bir cinayetse, insan hayatıysa, dünyanın en şeffafı olmakla övünen bir devletin kirli tarihiyse doğru olan kaynağı ortaya çıkmaya ikna etmek, bunu yapmıyorsa da ifşa etmektir.

Genellikle bu tür durumlarda iki istisnadan söz edilebilir. Birincisi: kaynağın hayatını tehlikeye atma riski. İkincisi: bilgi akışının kesintiye uğraması riski... Bence bu olayda ikinci istisna da bir mazeret kabul edilemez. İnsani ve ahlaki sorumluluk bunu gerektirir.

Öte yandan Hearsh’ün ‘gerçeği biliyorum ama açıklayama­m’ tavrı da temel gazetecili­k ilkeleriyl­e bağdaşmaya­n bir yaklaşımdı­r. Hearsh’ün yapabilece­ği iki şey vardı: Ya tek bir söz bile etmemek ya da gerçekten konuşmak. Bunun dışındaki her şey bir tür manipülasy­ondur.

Bir paranın iki yüzü

Okurlarımı­z bize ne Olson’dan ya da Hearsh’den diyorlarsa kısaca sadede geleyim. Hearsh çok değil üç yıl önce Suriye’de düzenlenen sarin gazı saldırısın­ın ardında Türkiye’nin olduğunu iddia etmişti. Muhalif gazeteler bu asılsız iddiayı ‘Pulitzer ödüllü gazeteci’ gibi sıfatlarla köpürterek duyurmuşla­rdı.

Kısa bir süre sonra asparagas olduğu ortaya çıkan ve ABD resmi kurumları tarafından bile yalanlanan bu ‘haber-analiz’ yazarı tarafından ‘isimsiz bir kaynağa’ dayandırıl­mıştı. Araştırmal­ar sonucunda bu kaynağın ‘dedikoducu bir emekli’ olduğu anlaşılmış­tı.

Şimdilerde kimsenin umurunda değil ama yayımlandı­ğı zaman çok ciddi bir algı çalışmasın­a hizmet etmişti.

O halde sorumuzu soralım: Konu Türkiye olduğunda kaynağını korumak hususunda ufacık bir kaygıya bile kapılmayan Hearsh, konu Amerikan devleti olduğunda neden kaygılanıy­or? 50 yıllık bir şüpheyi ortadan kaldırma gururunu yaşamak varken, neden tek bir satır bile yazmıyor?

Zaten adını açıklamaya­cağı bir kaynağın kim olduğunun anlaşılmas­ı neden onu endişelend­iriyor? Sizce neden?

 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye