“Arkamızdan vuran Araplar” söyleminin Arap milliyetçiliğininkine benzer bir tarih inşa ettiği ve dış siyasetimizde sorunlar yaratacağı unutulmamalıdır
İmparatorluğun son dönemlerinde yükselen, Cumhuriyet ile de resmî ideolojinin temel dayanaklarından biri haline gelen Türkçülük, bir milliyetçilik hareketi olmanın yanı sıra “kültürel aidiyetimizin bulunmadığı coğrafyadaki kavimlere üstünlük” temelli bir “medenîlik” iddiasını sahiplenmiştir.
Bunun neticesinde Türkçülük, coğrafyanın diğer kavimleri ile “Batı”nın “Türkler” ile kurduğu “medenîleştirme” merkezli ilişkinin benzerini tesis etmiştir. Bu da “Ortadoğu”yu “Doğu”muz, “Arap,” “Fars,” “Kürt” benzeri etnik grupları ise kültürel hiyerarşideki “astlarımız” haline getirmiştir.
Bunun Arapların imparatorluktan ayrılan bâzı etnik gruplardan farklı biçimde değerlendirilmesine neden olduğu şüphesizdir. Rum ve Bulgarların ayrılıkçılığı, bağımsız devletler kurmalarına tepki duyulmakla yetinilirken, çok daha sınırlı destek gören, Arapların büyük çoğunluğunun imparatorluğun sonuna kadar sahiplenmediği Arap separatizmi bu nedenle değişik bir yoruma tabi tutulmaktadır.
Arapların çoğunluğunun Müslüman olmasının “ihanet” söylemini tahkim ettiği doğruysa da Balkan Harbi’nin ortasında Avlonya’da Osmanlı sancağının yerine İskender Bey’in bayrağını çekerek imparatorluktan ayrılan Arnavutlara yönelik “ihanet” söyleminin günümüze gelmemiş olması “din” temelli açıklamalara ihtiyatla yaklaşılmasının gerekliliğini koymaktadır.
Bu açıdan bakıldığında çok uluslu bir imparatorluğun çöküş sürecinde ondan ayrılmaya çalışan milliyetçi hareketler içinde, yarattığımız “Doğu”da yaşayan ve “kendilerini yönetemeyecek oldukları düşünülen” “Araplarınki”nin farklı bir sınıflamaya tabi tutulduğu ortadadır.
Bu nedenle Şerif Hüseyin’in İngilizlerle ilişkisi ve “isyan”ı, İsmail Kemal’in Avusturya-Macaristan, İtalya ve Yunanistan ile gizli görüşmeleri ve “bağımsızlık ilânı”ndan farklı biçimde değerlendirilmekte, biri tarihselleştirilirken diğeri “ihanet” sorunsalı çerçevesinde yeniden üretilmektedir.
Emperyal millet
Toplumumuzda “Osmanlı mirası”nı sahiplenmek ile coğrafyamızdaki kavimlerle ilişkimizi emperyal bir hiyerarşi dahilinde yorumlama birbirine karıştırılmaktadır. Bunlardan birincisi anlamlı, ikincisi ise fazlasıyla sorunludur.
Çok uluslu bir yapı olan Osmanlı Devleti milliyetçilik çağının ötesine geçememiştir. Tarihi kendimiz merkezli biçimde inşa etmediğimiz zaman bunun özgün bir gelişme olmadığını
Bu tarihselleştirmeyi yapamayan sadece toplumumuz değildir. Diğer Osmanlı mirasçıları da inşa ettikleri tarihler ile geçmişin özgün bağlamında değerlendirilmesini imkânsızlaştırırken, dış ilişkilerde gereksiz gerginlikler yaratmaktadırlar.
Arap ülkelerinde inşa edilen tarih; gelişmiş dili, edebiyatı ve kültürü olmayan barbarların “Arap medeniyeti”ni yıkması, Arapların gelişimini durdurması ve onları köleleştirmesi merkezli, fazlasıyla romantik ama gerçeklikle ilişkisi zayıf bir anlatımı içermektedir. Günümüz Arap tarihçiliği, George Habib Antonius’un “Arap Uyanışı” söylemini yeniden üretmenin ötesine geçememektedir.
Bu yaklaşımın temel sorunu, büyük çoğunluğu milliyetçilik öncesi dünyasında yaşanmış 400 yıllık bir ilişkiyi, retrospektif bir yaklaşımla son on senesi üzerinden değerlendirmesidir. Ancak Türk tarihçiliğinin de bunu “ihanet” sorunsalı çerçevesinde yaptığı ve “arkadan vurma” söylemini aşamadığı gözden uzak tutulmamalıdır.
Siyaset yapıcıları ve tarihçilerin bunun düzeltilmesi için çaba göstermeleri anlamlıdır. Ancak dış siyaset, son tahlilde, realpolitik temeline dayanmaktadır. Bu çerçeveden bakıldığında tarihi farklı biçimde inşa eden Arapların “Osmanlı”yı bizim bakış açımızdan ya da “objektif” biçimde değerlendirmelerini beklemek gerçekçi değildir. Coğrafyamıza, özel olarak da Arap dünyasına “Osmanlı” üzerinden yaklaşmanın Türkiye’ye kapılar açmak yerine sorunlar çıkartacağı ortadadır.
Dolayısıyla Türkiye bir yandan “Ortadoğu”yu “Doğusu” haline getirmeden, Araplar, Kürtler benzeri halklara “medenîleştirilmesi gereken hiyerarşik astları” olarak ve kültürel üstünlük taslamadan yaklaşır, imparatorluğun diğer mirasçılarına “emperyal merkez”mişcesine tepki vermezken, öte yandan da tarihî gerçeklikle uyumsuz “Osmanlı” algısının düzeltilmesine gayret etmelidir.
Bu yapılırken “Osmanlı geçmişi”nin dış siyaset için araçsallaştırılmasından kaçınılması anlamlı olacaktır. Onun olumlu biçimde araçsallaştırılmasının “dış alıcısı” fevkalâde sınırlıdır. Buna karşılık “arkamızdan vuranlar” söyleminin de en azından onun kadar sorunlu olduğu unutulmamalıdır...