/AusAnnE AntlAşmAsı “zAFEr-HEzImEt” kutuplArı DışınDA vE FAzlAsıylA sınırlı DEğIşIm AlAnı kAlmış BIr BElGE olArAk tArtışılmAlıDır
Buna karşılık Türkiye konferansa savaş mağlubu olarak değil askerî zafer kazanmış, gerekirse harbe devam etmeyi göze alabilecek bir güç olarak katıldığını düşünmüştür.
Hezimet mi?
Lausanne antlaşması ile I. Dünya Savaşı’nın mağlup devletlerinden birisi kendisine dayatılmış son derece olumsuz bir antlaşmayı (Sèvres) değiştirmeye muvaffak olmuştur. Bu, Türkiye’nin iki savaş arasında “REVIZYONIST DEVLETLER” bloğuna katılmasını önlemiş ve II. Dünya Savaşı dışında kalınmasının zeminini oluşturmuştur.
Lausanne’da “GALIPLER ARASı PAZARLıK” neticesinde iki tarafı da tatmin etmeyen bir uzlaşma şekillenmiştir. “+EZIMET” söylemini benimseyenlerin “KÂKIMIYET-I SIYASIYE” ile “FIILî EGEMENLIK” ayrımı yapmadan, I. Dünya Savaşı olmamışçasına ve tek taraflı bir deklarasyon olan “MISAK-ı MILLî”yi uluslararası bağlayıcılığa sahip siyaset belgesi şeklinde değerlendirerek yaptıkları analizler anlamlı değildir.
Son dönem Osmanlı haritalarına bakıldığında İstanbul’dan yönetildiği düşünülen pek çok bölge merkeze “KÂKIMIYET-I SIYASIYE” çerçevesinde bağlı kalmıştır. Örneğin, 1878’de kurulan Bulgaristan Prensliği meclisi, hükûmeti ve ordusu olmasına, 1886’da bir diğer muhtar Osmanlı idarî birimi olan Şarkî Rumeli Vilâyeti’ni ilhak etmesine karşılık “KAKIMIYET-I SIYASIYE” çerçevesinde Osmanlı toprağı addolunmuştur. olarak değerlendirilmesi anlamlı değildir. Buna karşılık bu antlaşmanın bir “ZAFER” olarak görülmesi de aynı derecede sorunludur. Türkiye savaş galiplerine “BOğAZLAR’ıN STATUS TUO”su konusunda geri adım attıramadığı gibi Batı sınırları tespit olunurken esas alınan ve Garbî Trakya’nın demografik yapısına karşılık Türkiye’ye verilmemesine neden olan “STATUS TUO ANTE BELLUM” ilkesini Ege’de uygulatamamış, Musul’un geri alınmasını değil bölgede plebisite gidilmesini dahi antlaşma metnine sokamamıştır. Ege adaları ve Musul’un geleceği tartışılırken Türkiye’nin derinlikli tezler geliştirdiği de söylenemez.
Antlaşmanın “ZAFER” olmadığı, “/AUSANNE *N” benzeri kamuoyu oluşturma faaliyetlerine karşılık, imzalar kurumadan değiştirilmesi çabası içine girilmesinden de anlaşılabilir. Türkiye iki savaş arası dönemde bunu temel dış siyaset hedefi haline getirmiş ve dönemin koşullarından istifade ederek ancak revizyonist devletler safına geçmeksizin Suriye sınırı ile Boğazların “STATUS TUO”sunu değiştirmeye muvaffak olmuştur.
Mutlak uyum-değişim
Lausanne’ı “ZAFER-KEZIMET” ekseninde tartışmayı bir kenara bırakmamız onun tarihselleştirilmesini mümkün kılacaktır. Bunun yanı sıra ona dış siyaseti yapımını gereksiz kılan bir “KUTSAL METIN” olarak yaklaşmak da anlamlı değildir. Ama bu yorum yapılırken Türkiye’nin iki savaş arası dönemde gerçekleştirdikleri ötesinde değişimler sağlayabilmesinin imkânsıza yakın olduğu da vurgulanmalıdır.
Bir antlaşmanın bir ülkeyi sonsuza kadar güvence altına alması mümkün değildir; tarihte bunun örneği yoktur. Türkiye “REALPOLITIK TEMELLI” dış siyasetini daha Erken Cumhuriyet döneminde bu gerçeğe dayandırmıştır. Ancak gerçekçi bir değerlendirme günümüzde Lausanne antlaşması söz konusu olduğunda Ege’de uluslararası karasuları daha dar iken oluşturulan “STATUS TUO”nun adacıkların aidiyeti konusunda yarattığı belirsizliklerin Yunanistan ile müzakeresi dışında bir hareket alanı olmadığını da vurgulamak durumundadır.