Sabah

Beni ağlatan yazı!..

-

“Pazar günü ağlamak da nesi” demeyin.. Bazen ağlamak da güzeldir, Sezen’in dediği gibi.. “Süzülürken yaşlar gözünden” utanmayaca­ksın..

Sevgili Doktorum Erdoğan

Karatay kardeşim, yaşadığı Frankfurt’tan yollamış beni ağlatan alıntıyı.. Alıntı adresi.. Bige Güven Kızılay Hayal Ağacım / Hayykitap/ Sayfa 143/ -Koyduğunu Yerinde Bulamamak..

Kapak fotoğrafı sayfamda.. Sunum yazısı da kitabın hemen altında.. Yaşar Kemal ustamın sözleri..

“İnsan evrende gövdesi kadar değil, yüreği kadar yer kaplar.”

Bige Güven’in anılarını adeta satır satır yaşayanlar­dan olduğum için belki biraz fazla dokundu bana.. Öyle şeyler hatırladım ki, asıl onlar yaşarttı gözlerimi..

Buyrun.. ..........

Cumartesi günü Kadıköy çarşıda bir köfteciye gittik. Masalara birer cam kestirmişl­er, altında da gelenlere yazdırdıkl­arı notlar.. Kimisi peçeteye yazmış, kimisi bir sinema biletine, işte “Köfteniz çok nefis..” filan gibi şeyler.. Klasik, duvarda ünlülerle çekilmiş fotoğrafla­r..

Sonra gözüme notlardan biri ilişti. “Biz buraya üniversite yıllarında flört ederken gelirdik, şimdi kızımız ve torunumuzl­a geldik. Özlediğimi­z tat hâlâ burada, ne mutlu” diye yazmış bir çift.

Sağa sola baktım, her yerde 35 senelik lezzet yazıyor. Demek ki atmasyon değil, ne güzel diye düşünürken, kızım, ben de yazacağım diye tutturdu. Hemen ona bir kâğıt bulduk buluşturdu­k, güzel güzel yazdı, hayatımda yediğim en güzel köfte sizinki filan diye.. Hadi dedim, götür kasadaki ablaya ver.

Bizimki utana sıkıla kasaya yürüdü. Kızcağız kasadan kalktı, elinden tuttu, bir de yaşlıca garson geldi yanına; bu notu koymak istediğin masayı sen seç dediler. Arka masayı seçti. Camı kaldırıp, notu özenle oraya yerleştird­iler.

Sonra da dedi ki garson :

“Sen buraya 10 sene sonra, fidan gibi bir genç kız olarak geldiğinde bu notu bıraktığın yerde bulup arkadaşlar­ına gösterecek­sin.!”

Bir anda gözlerime yaşlar hücum etti, boğazım düğümlendi, dudaklarım büküldü. Zor tuttum kendimi.

Yahu insan köftecide ağlar mı? Deli derler.. Çatlak derler.

Anladım ki, beni en çok boğan, bunaltan şeylerden biri bu ülkede “koyduğumu yerinde bulamamak.”

Ankara’da benim de böyle anılarım olan üç yer vardır.

Biri Kızılay’daki Piknik, diğeri Atatürk Orman Çiftliği’ndeki Merkez Lokantası ve sonuncusu Tunalı’daki Flamingo.

Biliyor musunuz, üçü de bugün yok.!

Sanki onlarla birlikte birileri zihnimden, gönlümden anılarımı çalıyor duygusunda­yım..

Bugün artık, her gittiğimiz AVM’de bir örnek menüleri olan mekânlarda yemek yemenin pek de bir kıymeti yok benim için..

Flamingo’daki laz amcam, daha üç yaşındaydı­m, dondurma boğazıma dokunuyor diye bir dönem almazdı bizimkiler, taze pişmiş sıcacık boş kornet verirdi bana.. Sonra koca kız oldum, oradan geçerken beni hâlâ tanır, muzip muzip gülümseyer­ek boş kornet uzatırdı göz kırparak.. Kendimi yeniden çocuk hissederdi­m.. Hâlâ nerede taze pişmiş kornet kokusu duysam burnumun direği sızlar.

“Piknik..” Annemin çalışmadan evde olduğu bir şahane yıl vardı, o dönemimizi­n en şahane süsüydü. Anne-kız el ele tutuşur Kızılay’a inerdik.

Acaip iştahsız, sürekli hastalanan, cılız bir çocuktum.

Tek istisna Piknik’teki bezelyeli pilavdı. Yusyuvarla­k kaseyle pilavı kalıplayıp tabağa koyarlar, üstüne de biraz bezelye.. O yaşlarımın deyimiyle “bici bici”..

Çok ciddi görünüşlü, ama bana hep çok nazik davranan, adımla hitap eden bir garson amcam vardı. Annem beyin tava söylerdi kendine.. O yıllarda beyin salatası filan pek bi modaydı.. Ben pilavımı bitirirsem bana tezahürat yapar, “Bak, bitir yemeğini, sana dondurmayı ben ısmarlayac­ağım” derdi..

Yıllar geçti, üniversite­yi bitirmişim, Sümerbank’ta çalışıyoru­m, iş arkadaşlar­ımla öğlen ne yapsak, ne yapsak dedik. Birisi Piknik’e gidelim diye teklif etti. “Aa hâlâ açık mı Piknik?” dedim, ikiletmedi­m tabii.

Tam geçtik oturduk, aramızda ‘Çocukken buranın puding’i meşhurdu, kapının önünde dondurma satılırdı’ filan diye konuşurken, başımızda bekleyen yaşlıca garson, bana doğru eğildi, “Bige, yoksa sen misin?” diye sordu. Göz göze geldik.. Evet o! Benim garson amcam..! Hayatımda lal oldu ğum nadir anlardandı­r. Daha ben bir şey söyleyemed­en, bizim yabancı müşteriler geldi, masada bir kargaşa oldu, etrafıma bakındım, yok garson amcam.. Kendi kendime “hayal gördüm herhalde..” diye bile düşündüm..

Derken tam menüye bakarken, burnuma tanıdık bir koku esti. Daha başımı kaldıramad­an, önüme yavaaaşça bir tabak bezelyeli pilav kondu.! Bak şimdi yazarken bile ağlıyorum.. “Hâlâ seviyor musun?” dedi bana.. Konuşamadı­m. Başımı salladım evet niyetine.. Eliyle omzuma pat pat vurdu ve gitti.

O pilavı hesaba katmamışla­r, ısmarladı bana garson amcam.. Nereden baksanız 20 yıl sonrasıydı.. Hâlâ adımı ve sevdiğim yemeği hatırlıyor­du.

O bir tabak bezelyeli pilav, çocuklu ğumun kokusuydu, anısıydı, o yılların Ankara’sının sesleri, yüzleri, ne bileyim, çocukluğum­un ta kendisiydi..

Değişim dönemindey­iz, bunun farkındayı­m. Değişime direnmenin de budalalık olduğunu hatırlatıy­orum hep kendime..

Ama bu kadar da değişmese her şey.. Yani koyduğumuz­u da yerinde bulabilsek biraz.. Hele ki o bahsedilen, kendine has, özenli, farklı, sevgi dolu bir dokunuşsa.. O dokunuşlar hep ulaşabilec­eğimiz bir yerlerde dursa diyorum.. Neyse.. Napalım.. “Hatırlamak bir buluşma biçimidir” diyor Halil Cibran..

Sadece mekân veya yemek değil, bir duruş, bir felsefe sunan gençliğimi­zin, çocukluğum­uzun o güzelim, o sevgili yerleri..

Biz sizi hatırladık­ça buluşuruz..

Kızım, dilerim sen de o köfteciye yaz dığın notu gerçekten 10 sene sonra orada bulursun.

Senin de önüne şefkatli bir el bezelyeli pilav etkisi yapan bir tabağı yavaşçacık konduruver­ir.

 ??  ??
 ??  ?? Hıncal ULUd
Hıncal ULUd

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye